Sayfalar

16 Temmuz 2010 Cuma

Evlilikte Aşkın Yeri

Nişanlılık döneminin ilk zamanlarında sık ve ısrarla sorulan bir sorudur, “Beni seviyor musun? “.
Bu, cevabı zaten bilinen çok saçma bir sorudur. Ancak, çoğu kez şımarıklık ol­sun diye sorulsa bile, bazen nişanlıların içlerinde yatan kararsızlıkları da ortaya koyabilir.
Ve, genellikle, bu şüpheler, evlenme tarihinin yaklaşmasıyla kaybolur. Zira, bu şüphelerin tehlikeli olduğunu düşü­nerek, kararlı, kendilerinden emin bir hava yaratmak isterler. Fakat, evlendik­ten sonra sevilmeme korkusu yeniden kendini gösterir. Çok mutlu beraberlik­lerde bile zaman zaman böyle tereddüt­lerin olması son derece tabiîdir.
Nişanlılık döneminde gençler, genel­likle birbirlerine en iyi yanlarını göste­rirler. Birbirlerine hayrandırlar.
Evlendikten sonra eşler, yavaş yavaş birbirlerini övme çabalarına son verirler. Bu da evlilik hayatındaki ilk şüpheleri doğurur. Her iki gençde de az sevildikle­ri fikri yerleşir.
Kocalarına fazla “annece” davranan kadınlar, kocalarının hep çocuk kalması­na yolaçabilirler.
Evliliğin sağlam temellere dayanma­sını sağlayan başlıca etkenlerden birisi de karşılıklı saygıdır. Anlayışlı ve saygı­lı olmanın yanısıra sevgi ve şefkat pek çok kusuru hoşgörüyle karşılamayı do­layısıyla geçinmeyi sağlar. Evlilikte kar­şılıklı uyum, sadece görünüşte değil, eşlerin düşünce ve değer yargılarını kap­sayan içdünyalan arasında da sağlan­malıdır.
Yeni evliler, eğer böylesine mükem­mel bir uyumu ancak birlikte gayret ederek elde edebileceklerini hesaba kat­mazlarsa, kendilerini son derece can sı­kıcı bir ortamın içinde buluverirler.
Çoğunlukla, düğün merasimi ya­pıldıktan sonra her şeyin kendiliğinden en iyi biçimde hallolacağına inanılır. Bir sürü aksilikten, felaketten sonra “mutlu son”la, yani evlilikle biten aşk romanla­rı, insanlarda bu kanaatin oluşmasına sebep olmuştur.
Son derece çocukça olmasına rağmen, bu inanç belirli bir kültüre sahip insan­lar arasında da marnlamayacak kadar yaygındır. Elbette, evlilik mutlu bir son değil kötü bir başlangıçtır, demek iste­miyoruz. Ancak, evlilik bir son değil, bir başlangıçtır…
Özellikle, erkek için sevdiği kızı nikâh masasına götürmek, sevgilisinin onu her zaman seveceğini garanti etmeye yeter­lidir. Onun ilgisini sevgisini elde edince­ye kadar, adeta bütür enerjisini tüket­miştir. Ve artık, başka bir şey yapması­na gerek kalmadığını sanır. Kadın ise, ni­şanlılık dönemi boyunca etrafında per­vane olan nazik nişanlısının evlendikten sonra da aynı şekilde hareket etmeye de­vam edeceğine inanır. Her ikisi de yanıl­dıklarının farkına vardıklarında aldatıl­dıkları fikrine kapılırlar.
Aslında, evlilikte aşk, sadece sihirli bir duygu değildir. Eşler, birlikte göğüs germeleri gereken zorluklar karşısında uyum içinde omuz omuza mücadele ede­ceklerdir. Ayrıca aşk, sadece sevip sevilmek demek de değildir. Sürekli ve karşı­lıklı bir sevgi, saygı, anlayış alışverişi­dir.
Genç karı-koca, ortak hayatlarının başlarında, birbirlerinin tepkilerini, zevklerini ve özelliklerini iyice anlamaya çalışmalı, geçici de olsa, gelecek hakkın­daki taşanlarını bir tarafa bırakmalıdır-lar.
Çünkü çoğu kere, eşlerden birinin herhani bir alışkanlığı, bir olay karşısındaki tutumu diğerinin hoşuna gitmeyebilir. Yanlış anlaşılmalara tartışma ve sürtüş­melere yolaçabilir. Genellikle, yeni evli­lerin tartışmaları basit, incir çekirdeğini doldurmaz olaylardan kaynaklanır.
Sık sık düşülen bir başka hata da, in­sanın sevdiği kişinin kusurlarını, ya da noksan taraflarını ortak hayatta istediği şekilde düzeltebileceğine inanmasıdır. “Ben seni kabul ediyorum, ama olduğun gibi değil. Seni yeniden şekillendirece­ğim halinle!” diye düşünen biri pek dü­rüst ve gerçekçi hareket ediyor sayıl­maz. Arzusunu gerçekleştirmeyi başara­madığında da kendini aldatılmış ya da hayal kırıklığına uğramış hisseder. Birini olduğu gibi değil de olması ge­rektiği, gönlünce değiştirebileceği haliy­le seven biri kötü bir aşıktır. Ve hayal kırıklığına uğramaya mahkumdur.
Genellikle, evlendikten uzun yıllar sonra eşler birbirlerini karşılıklı etkile­diklerinden değişirler ve bir bakıma bir­birlerine benzerler. Ancak, hemen ilave edelim, bu değişiklikler önceden tasar­lanmış, planlanmış değişiklikler değil­dir. Farkında olmadan karşılıklı etkilen­menin sonucunda kendiliğinden olur.
Eşler arasındaki uyumun özel zevkler­den fedakarlık ederek gerçekleşebilece­ğini düşünmek de son derece yanlış­tır. Zira, sırf eşinin hoşuna gitsin diye fedakarlık eden kişi, ne sevgisini ispatla­mış, ne de gerçek anlamda bir uyum sağ­lamış olur.
Bu tür fedakarlıklarda bulunan kişi, aslında kendinden fedakarlık etmiş olur. Giderek yaptığı fedakarlıklardan piş­manlık duyabilir. Böylece aşkın yerini alan boyun eğiş, ilk fırsatta nefret ve öf­keye dönüşür.
Evlilikte eşlerin sürekli kendilerinden fedakarlık etmeleri olumsuz sonuçlar doğurabilir. Hele sürekli fedakarlık eden eşlerden biriyse, bu ya tam bir kişiliksiz­lik ya da umulmadık bir anda, büyük bir isyanla son bulabilir. Uyum sağlamak, huzurlu bir evlilik hayatı, kadının veya erkeğin alışkanlık­larında köklü değişiklikler yaratabilir. Ancak, uyum sağlamaya çakşırken, eş­ler, aşk, geçim uğruna kendi hayatlarını kendilerine zehir etmekten de kaçınmalı­dırlar.
Sürekli olarak anlayıştan, saygıdan, şefkatten ve karşılıklı saygıdan sözeder-ken aşkı da yabana atmamak gerektir. Henüz aşkın gerçek tanımı yapılama­mıştır. Aşkı, kimisi Eflatun gibi ideal-leştirir, kimisi de Safo türü aşkı dikkate alıp modern psikologlar gibi, bir hasta­lık olarak nitelendirir.
Safo türü aşk, başlıbaşına bir ihtiras, bir heyecan, bir şevk, kısacası bir tutku­dur. Psikologlar, bu tutkuyu sarhoşluk benzeri, anormal bir ruh hali olarak ta­nımlıyorlar. Tutkusunun esiri olan in­sanda bencilliğin yerini diğer gamhk alır. Hasta olarak kabul ettiğimiz bu ki­şi sevdiğim eleştirmekten, gerçek yü­züyle görmekten acizdir. Kendini adeta ona teslim etmiştir. Aşırdık edilirse, so­nuç, şüphesiz ki bir trajedidir.
Tutkular, ne şekilde olursa olsun, ge­lip geçicidir. Tutku, bir rüzgar gibi esip gittikten sonra, sevgililer, ya aniden bir­birlerine yabancılaşıp kendi yollarına gi­der, ya da aralarında tutkunun yerine daha sağlam temellere dayalı bir hissin doğduğunu keşfederler.
Evlendikten sonra “ben”in yerini “biz” kavramı alır. Kısacası, karı-koca, gerek ortak, gerekse kişisel hayatlarını ilgilendiren kararları birbirlerine danış­madan alamazlar, almamalıdırlar da. Her olayı başbaşa vererek çözümlerler. “Biz” kavramı, ancak bir kadın ve bir erkek arasında gerçekleşebilir. Bu yüz­den, karı-koca arasındaki aşk, arkadaş­lıktan farklıdır.
Eşlerin her yönden birbirlerini, ta­mamlaması gerekir.
Evliliğin en olumlu yanı, hiç şüphesiz ki, bir kadınla bir erkeğin “biz” kavra­mını benimsemiş olmasıdır. “Biz” kav­ramı, iki ayrı kişiliği değil, birbirini her yönden tamamlayan iki kişiliği ifade eder. Bu yüzden, “ben”i ortadan kaldır­madığı gibi onu daha da mükemmelleştirir.
Yüzyıllar boyunca evlilik hayatı birta­kım âdet ve geleneklere dayanmıştır.
Sadece “Herkes böyle yapıyor” dü­şüncesi bile, insana davranışları konu­sunda huzur vermeye ve herkesle uyum sağlamasına yetiyordu. Günümüzde evlilik anlayışı yeni bir boyut kazanmış bulunuyor.
Evliliklerinin ilk zamanlarında çiftler, “biz” kavramının temeline ulaşmış ol­maktan epey uzaktırlar. Bu yüzden, bir­likte çaba göstermeleri gerekir. Zira, her konuda tam bir uyum sağlayamazlarsa, evlilikleri yoluna giremez.

0 yorum:

Yorum Gönder

http://genelsaglikbilgilerimiz.blogspot.com/