Sayfalar

16 Temmuz 2010 Cuma

Annesiz Ço­cuk, Öksüz

Bu maddeyi, anne ile ilgili olduğu için buraya aldık. Eski Türkçe’de anne, “ög” demektir. Öksüz ise, annesiz ço­cuktur. Bu sözün köklerini bilmeden, günlük hayatımızda söyleriz. Hattâ yanlış olarak, babasıza bile öksüz deriz. Aslında Türklerde öksüze ana ölürse, baba bakar. Ancak Osmanlıların “kul öksüzü” dedikleri, anasız-babasız çocuk­lar vardır ki, Türklerin üzerinde durduk­ları bunlardır. “Öksüz kendi göbeğini kendisi keser” atasözü, Kırgız Türkle­rinde de vardır. Anası-babası ölmüşlere ise, “dört kıblesi yıkılmış” derler. Eski Uygur..kitaplarında, “öksüzlerin annesi, yetimlerin de babası” olmaları, insanla­ra öğütlenirdi. Kuzey Türk ozanları dün­yanın en kötü şeyleri ile durumları sa­yarken, şöyle derlerdi: “1. Allah’ı bil­meyen kişi, 2. Farzve sünneti (parz) bil­meyen oğul, 3. Üzülüp çıkan can (ölüm), 4. Baba evi olmayan kız, 5. Beşikte ağ­layan veya sokakta kalan anasız-babasız çocuklar, 6. Tek oğul, 7. Fakirleşen zen­ginler” Dede Korkut Kitabı’nda, “eski dulun biti, öksüz oğlanın dili acı olur”, diye bir atasözü de vardır. Bazı Türk kesimleri öksüzlere, anasının ölümüne sebep olmuş gibi, kötü bakarlar. Hâttâ Yudabin onlara, “anasını yutmuş çunak” diye, söğüldüğünü de yazar. Çunak, kulaksız, kulağı kesik; dolayısiyle kötü ve meş’um kişi demektir. Öksüz -sözü Göktürk yazılarıyla yazılmış Yeni-sey Türk yazıtlarında da geçer.
Leia Mais

Sağdıç ve Gelin Kılavuzu

Sağdıç, evlenen güveyilerle ilgilidir. Biz burada daha çok, gelinlerle birlikte giden, yengeler üzerede duracağız.Osmanlılarda gelinin yanında gi­den tecrübeli kadına, “gelin klavuzu” dendiğini yazar, Anadolu’da ise :bu tec­rübeli kadınlara, “düğüsü, danışık, yenge” derler. Yenge, gerdekten, önce geline, bir şeyler Öğreten kadındır. Orta Anadolu’daki bu yengeler üzerinde, Muammer Karabağoğlunun bir araştır­ması vardır. Çeyize de’ gözcülük’ etfeh, Harput’taki yengeler üzerinde de,ishak Sünguroğlu durmuştur. Ünlü Göktürk Kağanı II Kağan’ın annesinin bir fâğ; dıcından da (Brautführer) söz açılmak­tadır. Aslında gelinlerin yamndat,’.hiz­metçiler de giderlerdi. Kaşgarh Mahmüd’a göre XI. yüzyıl Türkleri, bun­lara, “karabaş” derlerdi. Aslında kara­baş, köle ve ayak hizmetçileri demek­tir. Anlaşıldığına göre XI. yüzyıl Türkle­ri, gelinle birlikte gidip, gerdeğin dışında hazır bulunan yengeleri ile onların al­tındaki nedimelere “eget” diyorlardı. Derleme sözlüğüne göre Anadolu’nun bazı yerlerinde bazılarına, “ekdi, ekti” derler ki, bunu ayrıca incelemek gerek­lidir. Ruslar ise sağdıç kadınlara, Türkçe’den aldıkları “kuma” .sözünü, yanlış olarak kullanırlar. Osmanlılar­da, “yüz yazıcı” denen gelin süsleyen kadınlar da, gelinle birlikte giderlerdi. XI. yüzyıl Türkleri, gerdek gecesi gelin­le beraber gönderilen kadına, “mamu” da diyorlardı. Kaşgarh Mahmud, bunun Türkçe olmadığını da söylemektedir. Brockelmann bu sözün Türklere herhal­de Tacikler yoluyla, Farslardan girdiği­ni göstermiştir. Her ne olursa olsun, bunlardan da anlaşılıyor ki Türkler, genç ve tecrübesiz bir kız olan gelini, yalnız olarak oğlan evine göndermiyorlar ve gerdeğe sokmuyorlardı. Anneler ve babalar, bu konuda kızlarını gö­zetiyorlardı. Dede Korkut’taki Kısırca Yenge ile Boğazca Fatma, Gelin Bam Çiçek’in yanında bulunan, nedimeleriy­diler. Manas Destanı’nda Manas Han’ın hatunu Kamkey, gelin gelirken kırk kız yoldaşını da birlikte getirmişti. Bunla­rın içinde dadılar ile yengeler de herhal­de vardı.
Leia Mais

Yenge ve Yengelik

Yengenin XI. yüzyıl Türklerine göre manası, “büyük kardeşin karısı” de­mektir. Yenge sözünün bu eski manası, daha sonraki Osmanlı ve Mısır Türk­çe’sinde de değişmemişti. Bunu da İbn Mühenna sözlüğünden anlıyoruz. Eski Uygur yazılarında da, “çocukların (oğ­lun) ile kişilerin talihli; ekelerin ile yen­gelerin ise sevinçli”, diye bazı sözler ge­çiyordu. Buradaki “eke” sözü, koca veya kadının büyük ablası demektir. Şimdi biz, bunlara da yenge diyoruz. Aslında bunun içinde, yaşlı kadınlar ile halalar da vardır. Brockelmann, eke sözünü, eski Türklerde abla karşılığı olarak kullanılan “eçe” sözüyle ilgili görüyor. Bu biraz şüphelidir. Altun Yaruk’ta görülen “ekeler ve baldızlar hep birlikteler” sözünden “eke”nin, kocanın kız kardeşi manasına kullanıldığı anlaşı­lıyor. Çünkü baldız da, karının kız kar­deşidir. Ancak daha eski olarak, Gök­türk harfleriyle yazılmış Yenisey yazıt­larında, bir “ekem katunum” sözünü görüyoruz. Burada ise herhalde ablası ile hatunundan söz açılıyordu.’ Kültegin ile Bilge Han da, Göktürk yazıtların­da ekelerinden, yani ablalarından söz açıyorlardı. Ne olursa olsun, Türklerde ağabeylerin karıları veya büyük gelinler yenge olarak, ağırlanıyor ve saygı görü­yorlardı. Uygurların eski şiirlerinde ak­rabalar sayılırken, ilk önce “Yengem Kutlug Tegin Kız Tengrim” diye, yenge­nin adını anarak, söze yengesinden baş­lanıyordu. Uygur hukuk vesikaları ile senetlerinde ise, yengeden “Oğul Tegin Yengemize,, yaz güz, (yani ilkbahar ve sonbaharda) kim gelirse”, diye söz açı­lıyordu. Anlaşıldığına göre sonradan yaşça büyük olan kadınlara da, onları saygılamak için, yenge denmeye başlan­mıştı. Doğu Türkleri ise, yenge yerine “cenge” derler. Onlarda yenge, yalnızca yaşlı kadınlar için kullanılan bir söz ola­rak kalmıştır. Anadolu’da da yengeler, “aba, ece, gelinaba, gelinne” vb. sözlerle saygınlanmışlardır. Düğünlerdeki yenge kadınlara da Anadolu Türkleri bazen, “ağbirçekli”, yani ak pürçekli demişler­dir. Dede Korkut’taki Kısırca Yenge de, mühim bir kadındır. Han kızı Banı Çi­çek’in dadısı, koruyucusu ve gözeticisidir. Başat da Tepegöz’e şöyle diyordu: “Ağca yüzlü yengemi dul komuşsun!” Bundan da anlaşılıyor ki Basat’ın yen­gesi değerli, kıymetli ve saygıdeğerdi. Harezmşahlar Türk kültür çevresinde, gelin ve yenge hep yanyana geçiyorlar. Bu çevre, Mevlânâ ile Hacı Bektaş’ın geldiği bir Türk kültür çevresiydi. Kuzey Türk destanlarında yengeler, çoğu za­man koruyucu bir rolde görülürler. Yengeler çok az olarak da, kötü kadın ve­ya cadı rehindedirler. Yine Kuzey Türk destanlarından Kara Kükül destanın­da, yiğidin ağabeysinin karısının adı “San Çeçen”dir. Çeçen, “çok konuşan, fakat güzel konuşan kimse” demektir. Bunun için destanda bir devin karısı Ka­ra Kükül’ü, “Sarı Çeçen yengeli” diye tanıtır. Görülüyor ki burada da yengeler oldukça mühim kadınlardı. Bugün de
Anadolu’da ağabeylerin veya büyük amcaların karıları, büyük ve küçük her­kes tarafından sevilen ve sözü dinlenen kadınlardır. Adetâ büyük anne yerinde dururlar.
Leia Mais

Evlilik Kurumu

Doğum ve ölüm, insan hayatının iki mühim safhasını teşkil eder. Her iki ha­disede de insan, içinde bulunduğu duru­mun farkında değildir, insan hayatında en az bu ikisi kadar mühim bir safha da­ha vardır. Evlilik adını verdiğimiz bu safha, isteyerek yapıldığı için şuuruna varılarak yerine getirilir. Böylece, ağla­yarak gelinen dünyamızdan, etrafındakileri ağlatarak giden insanoğlu, düğü­nü vesilesiyle herkesi sevindirebilmektedir.
İnsan hayatında böyle bir yeri olan evlilik müessesesinin istenilen neticeye ulaşabilmesi için belirli safhaların geçi­rilmesi gerekmektedir. Bu safhalar, bir­birini tamamlayan, mutlu sona yaklaş­tıkça pürüzleri artan bir sıra takip et­mektedir. Bunların mutlaka bu sıraya göre yapılması töre gereğidir. Aksi tak­dirde cemiyetin nazarında bazı hoş ol­mayan durumlar cereyan edebilir. An­cak, her evlilikte bu safhaların hepsinin olması şart değildir. Yörelerimize göre farklılık gösteren törelerimiz, bazen mü­him sayılabilecek fazlalık veya eksikliği de beraberinde getirmektedir.
Leia Mais

Evlenme Yaşı,Evlenme Çağı

Evlenme yaşı medenî kanunumuzda kızlar için 15, erkekler îçin 17 olarak tes-bit edilmiştir. Yine bu kanunumuza göre bu yaş sınırları bazı izinlerle kızlar için 14, erkekler için 15 olarak daha da aşağı­ya indirilebilmektedir.Ancak, bu sınırlama yurdumuzun pek çok yerinde erken evlenmeyi önleyememiştir. Henüz çocuk denilecek yaştaki kızların veya ço­cuklarının bazen kendilerinden daha yaşlılarıyla evlendirildiği bilinen bir gerçek­tir. Evlilikte görülen bu yaş farkının tür­külerimize aksetmiş güzel örnekleri var­dır.
Çeşitli illerimizde görülen bu farklılık­ların bazılarını şöyle tesbit edebiliriz. Ağrı’da erkekler için 15—16, kızlar için 12—14 olan evlenme yaşı, Gaziantep’te erkekler için 15, kızlar için 14 olarak gö­rülmektedir. Antalya’da, Kayseri’de, Konya’da yaş biraz daha ilerlemektedir. Bunun yanında, Kastamonu’da kızlar için 12′ye, Sinop’ta erkekler için ll’e ka­dar inilebilmektedir. Kıbrıs’ta da evvel­ce 13—15 yaşlarında evlendirilen genç­ler görülürdü.
Bu tür erken evliliklerin yaşıtlar ara­sında yapılanları pek yadırganmamak-tadır. Ancak, 12 yaşındaki oğlan çocu­ğunun 40 yaşındaki kadınla (Sinop), 70 yaşındaki ihtiyarların 14-15 yaşlarında­ki kızlarla (Sinop) evlendirildiği de gö­rülmektedir. 30 yaşma kadar evlenme­miş erkekler geç kalmış sayılırlar (Ha­tay). Kızlar için evde kalma yaşı bölgele­re göre değişmektedir. Ancak, günü­müzde bu tür kızların da, bazen bir erke­ğin ikinci eşi olarak evlenme şansı fazla­laşmıştır.
Bu istisnaların yanında erkekler için askerlik dönüşü, kızlar için 16—20 yaş­ları arası ideal evlenme yaşları olarak görülmektedir. Evlilikte genellikle erke­ğin yaşı büyük olmaktadır. Nişanlısının kendisinden daha yaşlı olmasına üzülen genç kızların varlığı da unutulmamalı­dır (Tokat).
Leia Mais

Gençlerin Tanışması

Gençlerin tanışması
Anadolu’da kız ve oğlanın gönlünün sesine pek kulak verilmez. Baba, oğluna kimi alırsa, o evin gelini olur. Oğlanların bazen “filanın kızı” şeklinde bir aday belirtmelerinin yanında kızların böyle bir hakkı da yoktur. Onlar ancak evliliği istemedikleri zaman bir dereceye kadar söz sahibidirler. Sözlerinin dinleneceği de şüphelidir.
Bazı bölgelerimizde oğlanlar, köy kız­larının topluca bulunduğu yerlerde bir tanesine gönül düşürürler. Bundan kızın haberi olmayabilir. Bu uzaktan görme­ler çeşitli şekillerde olmaktadır. Kızlar çeşmeden su getirirken (Erciş, Bayburt, Gönen, Afşin, Kırklareli), ırmak kenarında kab yıkarken (Erciş) görülebi­lirler. Köy düğünleri delikanlılar için güzel bir fırsattır (Baymurt, Gönen,Erzu­rum, Kırklareli). Koyun veya sığır sağ­maya giderken veya sağmadan döner­ken görülen kızlara da gönül verilir (Er­ciş, Bayburt). Bayramlarda ve tarlada çalışma sırasında kızların görülmesi de mümkündür.
Bunlar gibi delikanlıların kızları sade­ce görmelerinin yanında işaretle anlaşıp gizlice görüşmeleri de vakidir. Bu tür ta­nışmalardan sonra, oğlan, anasına doğ­rudan doğruya kızın adını verecektir. Eğer kız babası da, istenilme halinde kı­zına, “Ne dersin kızım?” derse, usulen “Sen daha iyisini bilirsin baba” cevabım alacaktır. Bu, kızın ağzından çıkmış bir “Evet’tir, Baba da kızının isteğini anla­yacak ve oğlan tarafına müsbet cevabını ulaştıracaktır.
Leia Mais

Gençlerin Evlenme Arzusunu Belirtme Teknikleri

Anadolu’da evlenme çağma gelen veya evlenmek isteyen erkekler, bu ar­zularım çeşitli şekillerde yakınlarına ima ederler. Bir erkeğin babasına böyle bir arzuyu söylemesi töreye aylarıdır. O, ancak annesine söyleyebilir. Annesi de babasma iletecektir. Bazen bu da müm­kün olmayabilir. O takdirde araya kar­deşler girer; onlar büyüklerine iletirler. Kızların bu hakları daha da sınırlıdır. An­cak, bazı bölgelerimizde, belirli yollarla bu arzularım ortaya koyabilirler. Bunun da, görücüsü geldiği halde ailesinin ce­vap vermekte gecikmusi gibi hallerde yapıldığı unutulmamalıdır. Yaşı geçtiği halde evlenemeyen kızlarım ana baba, “çıra demiri”, “sirke mayası”, “kendürük bereketi” diye teselli ederken konu komşu da, “hırsız almaz”, “kötü düve”, “sığırda kalan” gibi adlar takarlar (Çan­kırı).
Erkekler arasında evlenme arzusunun belirtilmesi genellikle pilava kaşık sap­lama şeklinde olmaktadır (Aksaray, Gülşehir, Kula, Maden, Saimbeyli, Sürmene, Ürgüp). Yemekle ilgili diğer belir­tileri ise şöyle sıralayabiliriz: Yemek be­ğenmez (Çankırı, Antakya), yemek kablarını kırar (Rize, Elazığ), pilava yüzük veya para karıştırır (Gümüşhane), ka­şıkla tabağa vurur (Rize).
Delikanlı, evlenme isteğini yakınların­dan birine, meselâ kardeşine, yakın bir akrabasına söyler. Bunlar durumu anne­ye veya babaya açarlar (Boyabat, Ço­rum, Emirdağ, Erzincan, Espiye, Göynücek, Refahiye, Suşehri). Yakınma ay­rıca hangi kıza gönlünün düştüğünü de söylerler (Göksün).
Gurbete gideceğini, artık evin kendisi­ne dar geldiğini ifade etmek de bir arzu belirtme yoludur (Diyarbakır, Hatay, Niğde, Malatya). Gurbet, bazen belirli bir yer, Anadolu’dan her yola çıkanın uğrayacağı İstanbul’dur (Ürgüp).
Çok değişik ve orijinal arzu bildirme yolları arasında şunları sayabiliriz: Ço­rapları değişik renklerde giymek (Sür­mene), annesiyle babasının yattığı yata­ğı yorgana dikmek (Sürmene), babası­nın cebine bozuk para koymak (Çorum), vb.
Hemen her bölgemizde görebildiğimiz bir yol da, babamn ayakkabısının eşiğe çivilenmesidir (Bayburt, Gülşehri, Ço­rum, Gümüşhane, Mecitözü, İskilip, Ku­la, Sorgun). Eve geç gelmek, sabah geç kalkmak, her şeye küsmek gibi yollarla arzusunu belirten genç, bütün bunların anlaşılmaması halinde annesinin ayak­kabısını nal çivisiyle eşiğe çakar (Çankı­rı).
Bıyık bırakmak (Sarıkamış, Posof), durgunlaşmak (Bayburt), huzursuzluk yaratmak (Posof, Elazığ), sebepsiz küs­mek (Diyarbakır)de evlenme arzusunun belirtildiği şekillerdir.
Az da olsa kızların da bu yola başvur­duklarını yukarıda söylemiştik. Onların arzu belirtme yollarını da şöyle sıralaya­biliriz:
Bulaşıkla, süpürge ve tavukla döğüşür (Sorgun), sık sık su getirmeye gider (Posof), öleceğini (Niğde), Allah’ın canı­nı alıp kendisini’kurtarmasını (Ürgüp) söyler. Hırçınlaşır (Sorgun, Yozgat), itaatsizleşir (Diyarbakır), ayıp olduğu için söyleyemeyince iş yaparken sert ha­reket eder, canından usandığım söyler (Hatay).
Bunlar ve diğer törelerimiz eski yılla­rın izlerini taşımaktadır. Bazı köyleri­mizde bile bu tür törelerimiz unutulma­ya yüz tutmuştur. Büyük şehirlerimizde ise yeni hayatın gereği olan yeni töreler ortaya çıkmaktadır.
Leia Mais

Görücü Gezmek Veya Dünürcülük

Oğullarının evlenme çağına geldiğini gören aileler onu evlendirmek isterler. Bir ana-babanın en büyük emeli oğulları­nın gününü görmek, torunlarını sevmek­tir. Bazı bölgelerimizde kız torunu “ka­vak yeli” olarak adlandırılırken oğul to­runu “an balı” olarak değerlendirilmek­tedir (Tokat). Bu sebeple aileler bazen oğullan vaktinden evvel evlendirmeye teşebbüs ederler. İdeal yaş olan askerlik sonu beklenmeden oğullar, adeta gözleri açılmadan evlendirilirler.
Aynı günlerde doğan, bu sebeple aile­leri tarafından “beşik kertmesi” dediği­miz usulle nişanlanan gençler, yine aile­lerinin uygun göreceği tarihte evlendiri­lirler. Gençlerin, daha bebeklik çağların­da bu yolla nişanlanmalarına karşı koy­maları ayıp sayıldığı gibi aileleri için de hoş olmayan durumlar yaratabilir.
Dünürcülük, hemen her bölgemizde benzer şekillerde olur. Oğlanın annesi ile akrabalardan, bazen de Komşulardan yaşlı kadınlar, ya oğullarının adım ver­diği kızın evine, veya yakınlarından öğ­rendikleri bir kızın evine giderler. Bu ilk gidişin sebebi, kız tarafına ziyaretin uygun bir sahfasında söylenir. Bu sırada görücüler, evin kızım, “Allah’ın emri, peygamberin kavli” ile istediklerini söy­lerler. Kız tarafı, gelenlerin kim olduğu­nu öğrenmek, kızın niyetini anlamak, hepsinden de öte, daha ilk gelişte kızları­nı vermemek için bazı sebepler ileri sü­rerler. Eğer gelenleri tanıyorlar veya kız­larının yaşı daha küçük ise uygun bir ce­vapla istek reddedilir. Bu arada başlıca sebep olarak kızın yaşmm küçüklüğü, önünde ablasının olduğu.daha ağabeyini evlendirmedikleri ileri sürülebilir. Eğer vermek taraftarı iseler, “Bir düşünelim” gibi bir cevapla görücülerin bir müddet sonra bir daha gelmelerini ima ederler.
Kızı görmeye gidenler, evde kızın yap­ması gereken işlerin iyi yapılıp yapılma­dığını kontrol etmek için çeşitli yollara başvururlar. Halı, kilim, seccade altları­na bakmak en çok görülen usuldür. Ev işlerinin zamanında yapılması ve iyi bi­linmesi de adaylar için lehte puan kazan­dırır. Görücü kadınların beraberinde ge­tirdikleri bir çocuğu ağlatarak kıza ve­rip avutmasını istemek veya çocuğun yumurta istediğini söyleyerek kısa za­manda pişirilip getirilen bir yumurtanın tadına bakmak başvurulan yollardan
bazılarıdır. Genç kızların görücüye çıkmaları sırasında gelenlere kahve ikram etmeleri de âdettendir. Kahveyi dökme­den getiren kızın, odaya girişi, çıkışı ve yürüyüşü görülmüş olur. Bütün bu ince eleyip sık dokumalar da bazen kafi gel­meyebilir. Kızın bedenî bir kusurunun olup olmadığı, hamama gittiği gün belli edilmeden, genellikle başka kadınlar va­sıtasıyla öğrenilmiş olur.
Bütün bu safhalardan sonra kız evin­den gelecek “evet” cevabı beklenilmeye başlanır. Bu cevabın alınması, kız evine yapılacak yeni bir ziyarete bağlıdır. Eğer kız tarafının gönlü varsa, “Bir de babasına soralım” gibi bekletici bir ce­vap verir. Eğer araya giren zamanda ya puan araştırmalar müsbet netice vermiş ve kızlarını vermeye razı olmuşlarsa bu arzularını çeşitli şekillerde oğlan tarafı­na bildirirler. Kız tarafı görücülere bir mendil verirse, bu “hayırlı bir cevap” olarak kabul edilir (İnegöl, Altıntaş). Kız tarafının “Allah yazdıysa olur” de­mesi de bir çeşit “evet” demektir (Gazi­antep).
Bazı bölgelerimizde ilk gidişte kız is­tenmez, sadece bir ziyarette bulunulur. Gerçi evsahibi gelenlerin niyetini anla­mıştır, ama usulen sorulmaz. Bazı böl­gelerimizde görücüler, niyetlerini deği­şik yolarla evsahibine ima ederler. “Evet” cevabını almak her zaman pek kolay olmayacaktır. Bilhassa kız baba­larının hassasiyeti bu hususta engel teş­kil edecektir. Görücü kadınların peştemal veya çoraplarım ters giymeleri ha­linde kız babasımn dilinin bağlanacağı şeklindeki inanma bu hususun güzel bir örneğidir (Sürmene).
Kız görülmeye giderken, damat adayı­nın da alınması pek nadirdir. Görücü ka­dınlarla giden damat adayma, gidilen yerde acı biber yedirilir. Eğer, delikanlı gözünden yaş getirmeden yiyebilirse kı­zı almaya hak kazanmıştır; aksi takdir­de kız verilmeyecektir (Saimbeyli).
Leia Mais

Kız Kaçırmalar ve Başlık Parası

Kaçma ve kaçırma hadisesi farklıdır. Eğer kızın da oğlanda gönlü varsa ve bohçasını hazırlayıp oğlanın kendisini kaçırmasını bekliyorsa bu kaçmadır. Eğer kızı vermemişler ve kızın de pek gözü yoksa, oğlan, bazen akraba ve ar­kadaşlarının da yardımıyla kızı kaçırır. Buna da kaçırma denilir.
Kaçma hadisesi çeşitli sebeplere bağ­lanır. Kızın da oğlanda gönlü olması, ev­velce görüşüp anlaşmaları kaçma için bi­rer sebeptir (Keşan). Ancak bu durum aileler arasında düşmanlığın, hatta bir kan davasının başlamasına sebep olabi­lir (Şarkışla). Kaçan kız baba evine geri getirilmez (Bursa), böyle kızlar için ni­şan da yapılmaz (Dursunbey).
Başlık istenilen bölgelerde kız kaçır­malar daha çok bu son sebebe bağlan­maktadır (Bayburt, Refahiye). Son yıl­larda başlık parasının büyük rakamlara ulaşması, gençleri kaçmaya sevketmektedir. Hatta bazı aileler, bu tür isteklerle kızlarının kaçırılmasına zemin hazırla­maktadır. Onlar damad adayının isteni­len başlığı veremeyeceğini bildikleri için bu yolu seçmektedirler. Kızın ucuza git­mesi kaçırılmasından daha iyi kabul edi­len yörelerimiz de vardır. Kaçma ve ka­çırılma hadisesi düğün vb. masraflarını da ortadan kaldırdığından iki taraf için de iyi olmaktadır.
Başlık, kız babasının kızını vermek için oğlan babasından istediği paradır. Bu para bazı bölgelerde kız evinin mas­rafları için hacanarak değerlendirilir. Ancak genellikle kız babasımn gönlüne kaldığı için çarçur edilmektedir. Pek çok delikanlı başlık parası biriktirmek uğru­na en güzel yıllarını hasret ve yokluk içinde geçirmeye mahkum edilmektedir. Köyünden yıllarca uzakta kalan gencin, bir de sözlüsünün başkasına verildiğini öğrenmesinin açacağı yarayı düşünmek bile istemeyiz.
Son yıllarda bazı bölgelerimizde baş­lık parasının mülkî amirlerin de araya girmesiyle kaldırılmasına sık sık rastla­nır olmuştur. Ancak bazı yerlerde zaten alınmayan başlık parasının yerine altın takılması da oğlan tarafına büyük kül­fetler yüklemektedir (Erzurum, Ağrı, Sarıkamış, Refahiye, Elazığ, Sorgun, Boğazhyan, Bayburt). Bazı bölgeleri­mizde hâlâ devam eden bu âdet, bazıla­rında ise yoktur (Rize, Antakya, Dört­yol vb.). Başlık yerine eşya listesinin ve­rildiği bölgelerimiz de vardır (Sarıka­mış).
Leia Mais

Kızların Söz Kesimi

Söz kesimi
Kızın verileceğinin belirtilmesinden sonra, evlenme hadisesinin en mühim safhası gelmektedir. Oldukça sade bir şekilde gerçekleştirilen söz kesimi, tat­lılığı ifade etmesi için şerbet adı verilen bir şurubun içilmesiyle tamamlanır. Merasimin bu sahfasında damat bulunmaz. Evvelce gönderilen şekerden yapılan şerbetin içilmesi ile gerçekleştirilen bu merasimin yerine bazı bölgelerimizde sadece kahve içilmektedir. Bu kahve içimi büyük ve küçük olmak üzere iki safhada tamamlanır. Küçük kahve çok az kişi ile gerçekleştirilir. Buna bazı yer­lerde söz kahvesi de denilir (Kayseri). Bazı bölgelerimizde şerbet ve kahve iç­me yerine tatlı yenilir. Buna ağız tatlısı (Andırın, Göksün) denildiği gibi, ağız ta­dı da denilir (Mihalıççık). Sonuncusunda bir saat kadar devam eden bir eğlence de yapılır.
Kızın verilmesi çeşitli şekillerde etrafa duyurulur. Bunun en yaygın şekli havaya ateş etmektir. Bilhassa Doğu Karadeniz bölgesinde bu âdet çok yaygındır. Kızın nüfus cüzdanının erkek tarafına veril­mesi de muameleye başlanılmasının işa­retidir.
Söz kesiminden sonra, kız orada bu­lunanların ellerini öper. Hazır bulunan­lar arasında bebekler varsa onların da el­leri öpülür (Ardanuç). Bu arada oğlan tarafının kadınları kıza ilk hediyeleri ve­rirler (Boğazhyan). Söz kesiminden son­raki ilk hafta içinde, erkek tarafından kız tarafına, haftalık adı verilen ilk eşya­lar gönderilir (Ağrı). Bu arada kız evi ta­rafından hazırlanan istek listesi, araya girenler tarafından azalttırılır (Elazığ).
Leia Mais

Nişan ve Düğün Nedir Nasıl Yapılır?

Nişan
Evlenmenin söz kesiminden sonraki safhası nişandır. Bu safha, evliliğin mühim safhalarından biridir. Buraya kadar yapılan hazırlıklar iki ailenin birbirleri­ne yaklaşmasını sağlamıştı. Nişan saf­hası ise aileleri birleştirici rol oynaya­caktır. Nişan, bazen basit olan bir mera­simle, gelin ve damat adaylarına yüzük­lerinin takılması şeklinde gerçekleştiri­lir. Günümüzde gençlerin bir arada bu­lunmasıyla yapılan nişan merasimi ev­velce ve küçük muhitlerde ayrı ayrı ya­pılırdı. Nişan merasimi sırasında diğer bazı hediyelerin de alındığı görülmekte­dir. Bu safhaya bazı bölgelerimizde yü­zük takma adı da verilir.
Nişana rastlayan günlerin çeşitli böl­gelerimizde kendine has töreleri vardır. Nişandan evvelki ve sonraki günler ve hatta haftalarda çeşitli küçük merasim­ler yapılır. Bunlar, bazen safha safha olur. Böylece yeni akrabalar birbirlerini daha iyi tanıma fırsatını bulmuş olurlar. Nişanlılık safhası bazen yıllarca sürebileceği için bu devrede her iki taraf da çok dikkatli olmalıdır. Bazı nişanlılıklar bu safhada bozulmaktadır. Eğer kız nişan­lısını beğenmemiş veya ailesiyle anlaşamayacağını anlamışsa yüzüğü geri gön­derir. Buna yüzük atma da denilir (To­kat). Henüz tam manasıyla akraba ol­mamış aileler arasında bilhassa verilen hediyeler sebebiyle tatsızlıkların ortaya çıktığı da bilinmektedir.
Nişan bazı bölgelerimizde, küçük ni­şan ve büyük nişan olmak üzere iki safhalıdır (Keşan, Kuyucak). Nişandan ev­vel karşılıklı olarak nişanlık alınır ve gö­rülmesi için eşe dosta teşhir edilir, nişan daha sonra yapılır (Nazilli).
Bazı bölgelerimizde nişan için ayrı bir merasim yapılmaz (Dursunbey). Eğer, oğlanın kızı kaçırmasından sonra evlen­me mecburiyeti olmuşsa buna da nişan yapılmaz (Bursa).
Nişan merasiminden üç gün evvel, oğ­lan taran içi şekerle dolu bir seleyi kız evine gönderir. Bunun yanında çoğunlu­ğunu giyeceklerin teşkil ettiği nişan ta­kımı da eklenir (Trabzon). Bazen, nişan merasiminde içilecek şerbetin şekeri, boyası ve kahvesi de gönderilir (Sam­sun). Nişan sırasında takılacak elmas yüzükten başka oğlan evinin durumuna göre bazen elliye varan miktarda beşi bir-yerde ile sekiz arşını bir top sayılan ipek ve sırmalı kumaşlardan beş top götür­mek de törelerimiz arasındadır (Elazığ). Bugün tamamen terkedilen bir töre de, nişan sırasında duadan sonra kız ve oğlan babalarının birbirlerinin sakalını öpmeleridir (Elazığ). Oğlan tarafının, çe­rez denilen ve nişan günü yenilecek kuru ve yaş meyveleri kız evine göndermesi de törelerimiz arasında yer alır (Erzu­rum).
Hemen her yöremizde görülen bir ha­dise de, nişanlılığın devamı müddetince araya giren kurban bayramlarında oğ­lan tarafının kız tarafına kurbanlık koç göndermesidir. Koçun kırkılmamış ol­ması, boynuzlarının bulunması ve ol­dukça besili görünmesi gerekir. Koç süs­lenir ve oğlanın yakınları tarafından ge­lin evine götürülür. Koçu getirene mü­nasip bir hediye yerilir. Ayrıca,eşyalarda yoklama denilen hediyeler de kar­şılıklı olarak gönderilir. Nişan sırasında gönderilen hediyeler de çeşitlilik göster­mektedir. Kız tarafı oğlan tarafına hindi pilavı gönderir (tnçMiova). Her pd ta­raf, evvelce hazırlattıkları çeyiz bavulunu nişanda değiştirirler (Ardanuç). ‘
Nişandan sonraki merasimler bölgele­re göre değişir. Bazı yörelerimizde ye­mek verilir (Konya). Bellik demlen mera­simin yapıldığım (Afşin), kız evine bir heybenin gönderilmesinden sonraki ibrik gezmesi denilen ziyarete yer verildiğini de görmekteyiz (Ödemiş).
Evlenmenin son safhası düğündür. Bugün, büyük masraflara yol açtığı için bazı aileler tarafından düğün yapılma­maktadır. Ancak, bilhassa küçük muhit­lerde düğün mutlaka yapılmalıdır .Hali vakti yerinde olanlar yemekli, orta halli ve fakir olanlar ise yemeksiz düğün ile gelin almaktadır. Pek çok yöremizde ge­lin, Pazar günü yapılan şenliklerle oğlan evine göçürülmektedir. Gün bazen Per­şembe de olmaktadır (Kelkit). Bugün pek çok bölgelerimizde ortak hususiyet gösteren bu gelin alma merasiminin bazı bölgelerimizde, genellikle teferruatta farklılıklar gösterdiği gözden kaçma­maktadır.
Düğün, yılın her ayında yapılabilmek­tedir! Ancak tarımla uğraşanlar için bu mevsim, “harman sonu” veya “hasat­tan sonra” olarak tesbit edilir. Farklı ürünlere göre harman ve hasat sonu de­ğişeceği için, bu mevsim de az çok farklı olacaktır. Orta Anadolu’da düğünler Ey­lül ayından itibaren yapılmaya başlanır. Düğün mevsiminin seçiminde askerdeki ağabey, amca veya dayının da tezkere alması beklenir. Avrupa’ya göçün başlamasından sonra, yakınları yurda gelmesi de beklenir olmuştur. Acil bir durum yoksa, bir yakının ölümü üzerine düğün bir müddet tehir edilebilir,
Düğün birkaç gün devam eder. Bölge­lerimize göre gün sayısı yediye kadar çıkabilir. En .çok görülen üç gün devam eden düğünlerdir. Cuma günü başlayan düğünler Pazar günü sona erer (Boğazla­yan, Tekirdağ, Gölhisar, Bursa, Artvin, Ödemiş, Gülşehir).
Perşembe günü ikindi vakti başlayıp Pazar günü (Emirdağ, Altıntaş), Perşembe öğle üzeri başlayıp Pazar günü (iski­lip, Çorum) biten yörelerimiz de vardır. Perşembe günü bayrak çekilerek başla­yan (Afşin) düğünlerimizi hatırlatmak isteriz. Düğün Perşembe günü yapıla­caksa bayrak Pazartesi günü çekilir (Af­şin). Pazardan Pazara yapılan düğünle­rin ilk Pazarında oğlan evinin çatışma bayrak dikilir (Şereflikoçhisar). Bazı böl­gelerimizde ise düğünler daha kısa sü­rer. Cumartesi öğle sonu (Çivril) başla­yan düğünlerin bazılarında namazdan sonra, erkek tarafının kadınları kız evi­ne gider ki buna gınama adı verilir (İski­lip).
Bayrağın Anadolu düğünlerinde ayrı bir yeri vardır. Oğlan evinin belirtilmesi gibi bir kolaylığın sağlanmasının yanın­da, millî duyguların kuvvetlendirilme­sinde, vatana ve millete bağlılığın taze­lenmesinde de rolü vardır. Perşembe günü öğleden sonra oğlan evinin damına bayram çekilmek suretiyle düğün başla­tılır (Çorum). Üç gün süren düğünlerin ilk günü bayrak kalkar (Eskişehir).
Bazı yörelerimizde bayrak cuma na­mazından sonra dikilir (Boğazlıyan). Bayrağın Cumartesi günü yüksek bir ye­re dikilmesiyle başlayan düğünlerimiz de vardır (Antakya). Bayrak dikilmesi sırasında bazı bölgelerimizde merasim yapılır. Köylüler, oğlan evi tarafından davet edilir. Bayrak kaldırılırken tavuk, horoz, vb. kesilir; bunların kanı bayrak direğine sürülür. Bayrak düğün gününe kadar asılı kalır. İndirilmesi sırasında onu kapan genç, damada götürüp hediye veya para alır (Yıldızeli). Düğün sabahı kız evine giden oğlan tarafinin en önündekinin elinde bayrak bulunur. Giden­ler, bu bayrağı kız evinin önüne dikerler (Maden). Bir hafta evvelki Pazar günü oğlan tarafının çatışım, bayrak dikilir; bu bayrak bir hafta dikili kalır (Şerefli­koçhisar).
Düğünden bir gün evvel, kız evinin bütün hazırlıkları bitirilmiştir. 0 gece, damat arkadaşlarıyla birlikte iken gelin
de her iki evden gelen, çoğu genç olan kız ve kadınlarla birlikte eğlenmektedir. Gerçi o, ertesi gün anne evini terkedecektir, ama, yine de eğlenmek zorunda­dır. Aksi takdirde o geceye katılanlar da üzülürler. Bilhassa erkek tarafından gelenler bu hali değişik şekillerde değer­lendirebilirler. Zaten, gelinde görülecek bu hal, toplantıda bulunanlar tarafından çeşitli şekillerde giderilmeye çalışılacak­tır. Bu arada oyunlar oynanacak, türkü­ler söylenecektir. Oğlan evinin aldığı kı­na Cumartesi günü kız evine gönderilir (Boğazhyan). Kına yakıcılar oğlan evin­den giderler (Tortum). Bazı bölgeleri­mizde damat ile sağdıca da kına yakılır.
Kına gecesi gelin çeşitli türkülerle ağlatılmaya çalışılır (İsparta), sabaha ka­dar da uyutulmaz (Zonguldak). Bu anda çayda çıra oynanır (Elazığ), baş örme eğ­lenceleri yapılır (Bayburt). Bazen kına gecesi iki gün devam eder. Cuma gecesi küçük kına, Cumartesi gecesi de büyük; kına yapılır (izmit).
Düğünlerin birkaç gün sürdüğü yöre­lerimizde, uzaktan gelen misafirlerin eğlendirümesi de unutulmazdı. Meddahla­rın hikâye anlatması, bugün artık nere­deyse unutulmuştur. Bu tür eğlencele­rin bugün pek azı yapılmaktadır.
Güreş gibi atasporumuzun yanında (Gerze, Amasya, Posof) meydan tiyatro­su gibi (Saimbeyli) eğlenceler de ihmal edilemezdi. Millî oyunlar oynanıp silah­ların patlatıldığı (Kula), davul-zurna re­fakatinde oyunların oynandığı (Posof) bölgelerimizin yanında, Cumartesi gece­leri mersah adı verilen davulzurnalı oyunların (Antakya) oynandığı yöreleri­miz de vardır. Düğün gecesi heyamola yapılır (Bayındır). Düğünden bir gün ev­vel yapılan ve masala adı verilen eğlen­celere erkekler katılır (Gölhisar). Düğün­den bir gün sonra da paça adı verilen eğ­lenceler düzenlenir (İzmit).
Bazı bölgelerimizde hali vakti yerinde olan aileler davetlilere Pazar sabahı ye­mek yedirir. Usulüne göre yapılan dave­te gelenlere her bölge kendi mahallî ye­meklerini belirli bir sıraya göre misafir­lerine ikram eder. Bu iş için tutulan bir alıcının talimatı üzere alman erzak, Cu­martesiden itibaren hazırlanmaya başla­nır. Bazı hayır dernekleri ile camilerde mevcut olan yemek takımları (sini, ka­zan, vb.) evvelce ilgililerden alınır. Da­vetlilerin tamamının aym anda sofraya oturamayacağı düşünülerek davetiyele­re farklı saatler yazılır. Kadınlar için ye­mek genellikle 12.00′den sonraya kal­maktadır (Konya, Tokat, Elazığ, Malat­ya, îskilip, Refahiye). Misafirlere çiğ köfte ve Maraş dondurması (Kahraman­maraş), dolma (İskilip), bişi ve lokma (Artvin) ikram edilir.. Düğün günü oğlan evi tarafından gönderilen koyun veya keçiler kız evinde kesilip gelenlere yedirilir. Bu yemekten oğlan evine de gönde­rilmesi- âdettir (Elazığ). Oğlan evindeki yemekten de, kız çıkarma telaşesi yü­zünden yemek hazırlanamayacağı düşü­nülerek kız evine de gönderilir. Bazı böl­gelerimizde kız babası ve yakınları oğ­lan evindeki yemeğe gitmezler (Konya).
Yemeğin değişik günlerde verilen böl­gelerimiz de vardır. Perşembe (Kelkit), Cuma (Kula), Cumartesi (İsparta).
Bir örnek olmak üzere Konya ilimizde, Pazar günleri bazen yüzlerce kişiye ik­ram edilen yemeklerin listesini veriyo­ruz: Çorba, pilav üzerinde bütün et, hel­va, bamya, pilav ile zerde ve hoşaf.
Gelin alayı, oğlan tarafından, kızı al­mak için gidenlerden meydana gelir. Kız tarafından alaya katılanların sayısı çok azdır. Kızın anne ve babası alaya katıl­mazlar. Gelin almaya gidenlerin arasın­da damatlar da bulunabilir. Bununla il­gili pek çok efsanemiz vardır. Alayın evden çıkışından yeni kapısına varıncaya kadar takip edeceği yol, karşılarına çı­kanlara takınacağı tavır, vb. bölgeleri­mize göre değişmektedir.
Yakın bir evden gelin gidecek olan kızı götürecek alay bile, yolunu oldukça uzatmak zorundadır. Köyden köye geÜn götürülmesinde ise en uygun olan yol se­çilir. Bugün, şehirlerde yapılan düğün­lerde, otomobiller, 30-40 metrelik mesa­fedeki iki evi birbirine bağlamak için bir­kaç mahalle dolaşıp gelmektedir. Köy­lerde ise oğlan tarafının erkekleri atla­rıyla kız evine giderler; dönüşte derece­ye girenlere hediyeler verilir (Posof).
Pekçok yöremizde gelin alayının önü kesilir ve bahşiş alınmadan yol açılmaz. Köylerde köprübaşları veya oğlan evi­nin ulaşıma açık tek sokağı kesilir. Bu iş sembolik olarak bir ipin gerilmesiyle ya­pıldığı gibi, bölgesine göre at arabası, kalas ve otomobille yolun trafiğe kapa­tılması şeklinde de olur. Bazen yolun üzerine yatan gençleri de görmek müm­kündür. Genellikle oğlan babasının, yoksa yakınlarının arabasının veya ala­yın yolu kesilir. Bahşişin az olması ha­linde alay bir müddet daha bekletilir. Bazen bir alayın yolunun birden fazla kesildiği de olur. Alayın geçeceği tah­min edilen yollara göre pek çok genç ted­bir alır. Bu tür eğlencenin hoş olmayan neticeler doğurduğu da unutulmamalı­dır.
Ana evinden oldukça sade bir şekilde ayrılan gelin, yeni evine girerken birta­kım merasimlerle karşılanır. Bu mera­simlerde yapılan hareketlerle bolluk ge­tirmesi, tatlı dilli olması, varsa kötü huylarını kapının dışında bırakması, vb. amaçlanır.
Dua yapılması, kurban kesilmesi, da­madın gelinin üzerine çeşitli kuru yemiş­lerle bozuk para serpmesi pek çok ilimiz­de görülen törelerimizdendir (Elazığ, Konya, Hadım, Niğde). Damat tarafın­dan gelinin üzerine ayrıca şeker (Tekir­dağ, Artvin), buğday (Elazığ), çerez ve elma (Ağrı) serpilir.
Gelin eve girince abıma bal sürülüp şerbet içirüir (Eskişehir); uğur getirsin diye arkasına bal sürülmüş tabağı kırar (Ağrı). İçeri girmeden evvel gelinin başı­na ekmek ufalanır ve gireceği evin kapı­sının alt ve üstüne sürmesi için yağ veri­lir (İsparta). Gelin eve girerken önüne konan bir tabağı kırar, kötü huyları ba­ba evinde kalsın diye bir hafta ev süpürmez (Ardanuç). O, eve girerken kuvveti­ni ispatlamak için yerdeki bir kaşığa, eşikten geçtikten sonra da kuzu postuna basar (Maden). Gelin yumuşak huylu ol­sun diye koyun postuna bastırılır ve huyu çıksın diye de bir çömlek kırılır (Çorum). Damat ile sağdıçr dama çıkıp tabancalarını havaya doğru ateşlerler. Gelin, attan inerken bir kazana basar, bu sırada kadınlar
Gelin buyur naz eyleme Kapıyı süpür toz eyleme gibi türküleri söylerler (Artvin).
Gelin eve girmeden evvel camide dua edilir (Gümüşhacıköy). Gelin eve girer­ken kucağına kız ve erkek çocuklar oturtturulur (Hadım). Eve giren gelin kaynananın evvela elini, sonra da uğur­lu olduğuna inanıldığı için ayağını öper (Kırklareli).
Akşam yemeğinden sonra, yenge adı verilen yaşlı bir kadın, gelini odasına gö­türür ve damadın gelmesine kadar ya­nında kalır. Yatsı namazının kılınmasın­dan sonra damat ile sağdıcı eve gelir ve yapılacak duayı beklerler. Duadan sonra damat, eşi ile yalnız kalacağı gerdek odasına girer. Ancak bu giriş pek kolay olmadığı gibi gerdek odasında da eşi yalnız değildir. Yenge, damattan bir he­diye almadan odayı terketmez (Çan). Namazdan sonra imam nikahı kıyılır ve damat kapama yapılır (Keşan). Damat, dışarıda bekleyen arkadaşlarına bir tep­si helva atar; helvayı damadın babasına götüren bahşiş alır (Bafra). Bazı yerler­de gerdeğe giren damadın sırtına vur­mak âdettir (Konya, Altıntaş). Ancak bu vurma bazı yerlerde dövmeye kadar varır (Saimbeyli). Meşhur Afim türkü­sünde de, böyle bir sırta vurma sırasın­da rakip bir gencin damadı sırtından bı­çakladığı anlatılmaktadır. Pekçok böl­gemizde damatla sağdıç namazda iken ayakkabı veya şapkaları saklanır. Bu­nun için onlar camide en ön safa durur ve ayakkabı ile şapkalarını ön tarafa koyarlar. Evde imam dua ederken avlu­da ateş yakılması âdettir. Duadan sonra damat yakınlarının elini öper ve içeri gi­rer. Bazı bölgelerimizde gerdek odasın­daki yatağa sıhhatli bir çocuk konularak bu evlilikten de böyle sıhhatli bebekler beklendiği ima edilir (Eskişehir, Afyon, Kütahya). Yenge kadın gelin ve damatla bir müddet oturduktan sonra bahşişini ve bebeği alarak odadan ayrılır. Gelin beklerken damat iki rekat namaz kılar. Daha sonra damat, konuşması ve yüzü­nü açması için eşine hediye vermek zo­rundadır. Bazı bölgelerimizde hâlâ cari olan bir âdete göre, gençlerin birleşmesi sonucu kanlanacak olan çarşafı kapıda bekleyenler bulunur. Bunlar çarşafı kı­zın evine götürür ve bahşiş alırlar. Bu çarşafın pencereden teşhir edildiği böl­gelerimiz de vardır. Bu, kız evinin bir ne­yi sevinç işaretidir. Bazı bölgelerimizde ise çarşaf ancak sabahleyin odadan çı­kartılır.
Çarşafın kanlanması damat tarafı için de sevinme işaretidir. Oğlanın ailesi, oğullarının bağlanmadığını anlar.ve se­vinirler. Kızda gözü olan başka bir oğlan veya onun ailesi, rakip olarak gördüğü damadın bağlanması için çeşitli pratik­lere başvururlar. Böylece damat bağla­nacak ve gelin bakire olarak baba evine dönecektir. Tabiî daha sonra da onlar ta­lip olacaktır.
Düğünler, Pazar gecesi gelin ile dama­dın gerdeğe girmesi ile sona erer. Ancak) daha sonraki günlerde ziyaret ve eğlen­celere devam edilen bölgelerimiz vardır.
Düğünün ertesi günü kız tarafı gelinin ilk gününü kutlamaya giderler. Buna subaha denilir (Elazığ). Aynı gün mevlüt okutulur, buna da baş günü adı verilir (Osmaniye). Aynı gün duvak açılır, çeyiz sergilenir (Altıntaş). Üçüncü gün mev­lüt okutulduktan sonra karşılıklı ziya­fetler başlar (Gaziantep). Gelin ile dama­dın kız evine gitmesine ise cumahk adı verilir (Sürmene). Düğünden bir hafta sonra eğlenceli toplantılar yapılır, buna yedi denilir (Arsin, Trabzon). Bu tür şen­liklere bazı bölgelerimizde ise duvak adı verilir (Çorum, Gölhisar). Haftaya kız evine, onbeşinci gün ise oğlan evine ziya­fete gidilir (Keşan). Bu ziyafet bazı bölgelerimizde hemen ilk Perşembe günü yapılır (Konya).
Düğünlerin hangi tarafa ait olduğu hususu bölgelerimize göre az çok deği­şiklik gösterir. Düğün genellikle erkek tarafına aittir (Şereflikoçhisar, Tekir­dağ, Sarıkamış, İzmit vb.) Nişanı ise kız tarafı karşılar (İnegöl, Sarıkamış, İz­mit, vb.). Damat Cuma (Yıldızeli), Cumar­tesi (Eskişehir), veya Pazar günü (Malat­ya) hamama gider. Hususî bir merasim­le giydirilir (Eskişehir, Gümüşhacıköy).Giydirme işini mahalle imamı yapar (Konya).
Sağdıç seçimle belirlenir. Her hususta uygun olan kişiye sağdıçlık verilir (Bay­burt).
Düğün masrafları için köylüler dama­dın ailesine yardımda bulunurlar (Gü­müşhacıköy). Pazar günü ise köy halkın­dan hediye toplanır (Tekirdağ). Düğüne gelenler zarf içine para koyarak dama­dın yakınlarına verirler (Gölhisar, To­kat).
Leia Mais

Karı-Kocanın Aileleriyle İlişkilerinde Dikkat Edecekleri Noktalar

İki tarafın, aileleriyle olan ilişkileri, ge­nellikle problemli olur. Daha önce, evli gençlerin ailelerine yakınlaştığını söyle­miştik. Bu durum, özellikle, 20 ile 25 yaşları arasındaki gençlerde görülür. Di­ğer yaşlardaki çocuklar, aile büyükleri­ne zaten rakip gözüyle bakmazlar. Ev­lendikten sonra, gerek erkek, gerekse kadın, akıl almaz derecede ailelerine bağlandıklarını hissederler. İnsanlar birbirlerinden uzaklaşınca içlerinde gizli şefkat duygulan filizlenir ve hareketleri­ne yansır. Yeni evliler, artık ailelerinden uzaklaşmış kopmuştur. Onları en iyi hal­leriyle hayal ederler. Üstelik, bu konuda her ikisi de kıskançtır.
Ebeveynlerin çoğu da, hep yanlarında görmeye alıştıkları ve her türlü problem­lerine koştukları çocuklarının yeteri ka­dar büyüdüklerini, olgunlaştıklarını ko­lay kolay kabullenemezler. Yeni evlilerse en ufak bir problemle karşılaştıklarında hemen ailelerine koşar, yardım ister, onaylarını almaya kalkarlar. Tabiî ola­rak yeni evlenen çiftlerin eski alışkanlık­larını bırakmaları, ailelerinden kopup bu yeni hayata uyum sağlamaları güç olur. Bu sebeble, ilk zamanlarda aileleriyle aralarında bir geçimsizlik, anlaşmazlık çıkabilir. Bu tür problemler çoğu zaman iki taraflı olsa büe, değişen ilişkilere ve ortama uyum sağlamayı öğrenmesi ge­reken taraf, genellikle yeni evlilerdir.
Diğer taraftan, evlendikten hemen sonra, bir problem daha ortaya çıkar: Acaba evde kimin sözü geçecek?..Nişanlılık devresinde bu, gizli bir sır olarak kalmıştır. Her ikisi de bu sırrın büyük bir engel yaratacağını sezinleye­rek, açıklamasını ilerki bir tarihe bırak­mışlardır. Kadın ya da erkek veya her ikisi de “Şimdilik sesimi çıkarmayayım, evlendikten sonra ağırlığımı koymasını bilirim” diye düşünmüştür demek biraz zordur. Ancak, şuursuzca, biri veya her ikisi de bunu, akıllarından geçirmiş olabilir­ler. Ve aile reisliği mücadelesi, kendini ilk olarak aile rekabetiyle gösterir. Her ikisi de kendi ailesinin alışkanlıklarını, fi­kirlerini sürdürmeye çalışır. Kısacası,açıkça zıtlaşmadan önce, “Bizde âdet böyledir” gerekçesi arkasında çekişmeyi tercih ederler. Aslında, bütün bunlara, kurdukları yuvanın henüz oturmamış ol­ması yolaçar. Bu yüzden de ayrıldıkları ailelerinin daha kuvvetli, daha sağlam, üstün olduğunu düşünmek, kendilerine güven duymalarını sağlar.Olgun ve zeki çiftler bile bu rekabetin üstesinden gelemezler. Çünkü, rekabetin gerisinde çocukluk dünyaları vardır. Çe­kişmeleri zaman zaman, babalarının ko­ruyucu gölgesi arkasına saklanmış iki çocuğunkini andırır. Zira, endişelerin yeraldığı başlangıç döneminde, çok eskile­re gidilir. Ve tabiî, bu eskiye dönüşleri zamanında frenlemek pek kolay olmaz. Çünkü, hepsi duygusallıktan ve sevgiden kaynaklanmaktadır. Tehlike, kendini gösterir göstermez çiftler aralarında uyum sağlayarak, onu göğüsleyebilirler. Böylelikle tartışmalar önlenmiş olur. İki tarafın da birbirlerinin ailelerine karşı saygılı olmaları yerinde olur. Herhangi bir şekilde ailelerine ters gelecek davra­nışlardan kaçınmalıdırlar. Şayet ili skile­rinde, yolunda gitmeyen bir şey varsa,bunu aile rekabetine dönüştürmeden, kendi aralarında anlaşarak halletmeyi bilmelidirler.
Aileler, bir idealin yanısıra, genç çift­lerin önlerinde gerçek bir örnektirler.Ancak, çocuklarına “Şu anda bir çocuk gibi davrandığının far­kında mısın? Bu problemi tek başına çözümlemelisin…” diyebilecek anne-babaların sayısı pek fazla değildir. Ayrı­ca, gelininin tarafını tu­tarak, çocuğuna olayı onun bakış açısın­dan gösterebilecek bir anne-babaya da pek rastlanmaz. Ailesi tarafından sürek­li haklı bulunmuş desteklenmiş biri, olaylar karşısında kolay kolay yansız, sağduyulu davranamaz. Aslında çift kendi problemlerini gene kendi araların­da çözümlemeye çalışmalı, ailelerini işe karıştırmamalıdır.
Leia Mais

Evliler Anne ve Babadan Ayrı mı Oturmalı?

Çiftlerin, aileleriyle birlikte oturmala­rı, her şeyin daha da güçleşmesine yolaçar. Gençlerin, bağımsız­ca hareket edebilecekleri ayrı bir evleri olmalıdır. Zira, duygularını baskı altın­da tutmaları hepsine zarar verebilir. An­cak, “Ben yaşlı annemi tek başına bıra­kamam! gibi haklı gerekçelere karşı koy­mak öyle pek kolay değildir, özellikle, anne-babaların ve toplumun yargıların­dan korkuluyorsa… Genç evliler arasın­da yaşlı bir annenin varlığı bazı prob­lemler yaratabilirse de karşılıklı anlayış ve biraz fedakarlıkla üstesinden geline­bilir.
Aslında, bu konuların evlilikten önce tartışılması gerekir. Fakat nişanlılık devresinde gerçek problemlerin pek far­kına varılmaz. Ne olursa olsun, yersiz kuruntulara kapılmak son derece yanlış­tır. Eğer, evde yaşlı bir kaynananın yar­lığı huzursuzluk yaratacâksa, birlikte oturma konusunda ısrar etmek, hem yaşlı kadının huzuru, hem de genç çift açısından faydasızdır, “önce bir deneye­lim, Jbakalım, olmazsa başka çare ararız…” diye düşünmek de anlamsız­dır. Zira, deneme başarısızukh sonuçla­nırsa bir daha tamir edilemeyecek kır­gınlıklar doğabilir. Ayrıca, annesini evinden uzaklaştırmak zorunda kalan koca, karısını kolay kolay affedemez. “önce ayrı ayrı oturmayı deneyelim, olmazsa birlikte yaşarız” düşüncesinden yola çıkmak daha doğru olur. Genç çift­lerin evliliği iyice oturup, kesinleşince, karı-koca ailelerle birlikte oturmaya te­şebbüs etmelidir. Zira, ancak, o zaman, böyle bir tecrübeyi göğüsleyebilecek ka­dar birbirinden emin olurlar.
Tercih yapmanın mümkün olmadığı durumlar (ekonomik sebepler vb.) birlikte oturmayı zorunlu kılabilir. Hemen ekle­yelim, birlikte oturmak gözünüzü kor­kutmasın. Gençlerin ve büyüklerin iyi niyeti ile çok güzel bir uyum sağlanabi­lir.
Genellikle, erkek, kayınvalidesi ile ay­nı evde yaşamaya daha kolay alışır. Zi­ra, kayınvalideler damatlarını çok sever­ler. Farkında obuadan onlara bağlanır­lar. Ayrıca kayınvalideler, damatlarının işlerine karışmak için pek fırsat bula­mazlar. Damadıyla” geçinemeyen kayın­validelerin sayısı sanılandan çok azdır. Gelin-kaynana ilişkileri ise çok daha zor­dur. Kayınvalide, genç gelinini, oğlunun kendisine olan sevgisini çalan biri ola­rak görür. Özellikle, ev işlerini, sürekli birlikte yaptıkları için her ikisi de evin ha­nımı durumundadırlar. Yaşlı kadın, bir müddet öncesine kadar tek başına söz sahibi olduğu evde, artık geri plana itil­miştir. Bunu kabullenmek ona ağır gele­bilir.
Leia Mais

Gelin-Kaynana Geçimsizliğini Önlemenin Pratik Yolu Nedir?

Anneler çocuklarının büyüdüklerini bir türlü kabullenemezler. Birçok kadın uzun seneler sorumluluğunu taşıdığı ev­ladının aileden ayrılacağı fikrine alışamaz. Esasında bazı anneler, özellikle er­kek anneleri, çocuklarını gözlerinde yü­celtir ve evlenecekleri kızları bilinçaltı kıskanırlar.
Bu durumda, kocanın hali son derece acıklıdır. Çünkü, karısının tarafını tutsa annesi daha da haşinleşir. Annesini hak­lı bulsa karısıyla arası açılır. Olaya ka­rışmadan ikisini uzlaştırmaya çalışsa bu defa da iki kadının ona güvenleri kal­maz. Aslında, annenin kalacak başka bir yeri yoksa, kocanın, tek başına, anlaş­mazlıkları ortadan kaldırabilmesi im­kansızdır. Tek yapabileceği şey karısıy­la anlaşmaktır. Bu yüzden, genç çiftin başbaşa kısa bir tatil yapması; ya da bir geziye çıkması çok iyi olur. Bu gevşetici gezi sırasında, karı-koca olayı objektif olarak inceleyip bir çözüm yolu bulabi­lirler.
Eğer annenin gidecek başka yeri yok­sa, koca hislerini bir kenara bırakarak iyice düşünmelidir. Kısacası yaşlı kadın onlarla oturmak zorundadır. Bu durum­da, karı koca ortak ve kesin kararlar al­malıdır. Ancak, hareketlerinde karşılıklı sevgi ve sorumluluk duygusu ağır bastı­ğı takdirde, tam anlamıyla bir aile düze­ni kurabilirler. Çocuklarının huzurlu bir . evde doğabilmesi için, öncelikle, bir bütün,güçlü bir aile dayanışması içinde ol­maları gerektiğinin bilincine varmalıdır­lar. Bu noktaya geldikten sonra da prob­leme halledilmiş gözüyle bakılabilir. Ar­tık, geriye, sadece, tatil dönüşünde genç çiftin, yaşlı kadına, aldıkları kararlan açıklaması kalmıştır. Yeni aile düzenine göre, anlaşmazlıklara yolaçabilecek ko­nulardan uzak durularak tartışmalar ön­lenecektir. Bu arada, herkesin kurallara uygun davranmaya gayret etmesi de şarttır. Koca, artık, kararların dışına çı­kan, ister annesi, ister kansı olsun, âdil ve tarafsız ve tabii daima sevgiyle dav­ranmalıdır.
Eğer, karı-koca aralarında bir uyum sağlamayı başaramazsa, birlikte otura­bilmek için başka bir yol denenebilir. Üçünden birinin diğer ikisi üzerine ağır­lığını koymasıyla sağlanan bu yeni dü­zen pek öyle huzur verici sayılmaz. Başa geçen kayınvalide olursa duruma daha iyi tahammül edilebilir. Bazı hallerde, sözgelimi, karı-koca çalışıyorsa, bu çö­züm şekli iyi sonuçlar verebilir. Yaşlı ka­dın evin yönetimini ele alır ve genç çifti halâ çocukmuş gibi görür. Otoriter bir erkek havasına giren koca, ailenin başına geçerse, hem annesine, hem de karısı­na eşit muamele etmek zorundadır. Bu durumda, her iki kadın da, aile reisine itaat ettikleri için birbirlerine yakınla­şıp, aralarında anlaşma yoluna gidebilir­ler. Gelinin başa geçmesi ise kesinlikle doğru olmaz. Zira, gelinin boyunduruğu altına girmeleri, ana-oğulu birbirine yaklaştıran ortak bir nokta olur. Bu da karı-kocanın evliliğini tehlikeye sokabi­lir.
Leia Mais

Genç Çift Arasında Rekabet Hissi

Rekabet hissi
Genç bir çift arasında, rekabet hissi bir savaş haline dönüştüğü zaman, karı-koca yüzyüze gelerek, olayı ortaya çıkar­malıdır. Ancak, kesinlikle, başkalarının yanında aralarında rekabet olduğunu belli etmemeleri gerekir.
Evlilik hayatında zorluklara ya birlik­te göğüs gerilir, ya da boyun eğilir. Bu yüzden konuyu ortak bir problem olarak kabullenmeleri ve konuşarak birbirleri­ne karşı anlayış göstermeleri bu kriz dö­nemini atlatmalarına yardımcı olur. Fa­kat, rekabet hissinden dolayı, eşlerden biri diğerini toplum içinde küçük düşür­meye “kadar gitmişse, evüKkleri tamir edümez bir yara almış demektir. Ve ge­riye temelleri sarsılmış bir beraberlik kalmıştır.
Bu durumun düzelmesi hayli güç olur. Zira, hakarete uğramış kişi, eşini kolay kolay affedemez. Bunun yanısıra, özel­likle başlangıç dömeninde, genç çiftler, evlilik hayatlarındaki pürüzleri, dost ve akrabalarına belli etmemeye dikkat ederler. Ve kaçındıkları bu durum bir ke­re başlarına geldi mi, her ikisi de bera­berliklerinin derin ve büyük bir yara al­dığına inanırlar.
Leia Mais

Evlilikte Aşkın Yeri

Nişanlılık döneminin ilk zamanlarında sık ve ısrarla sorulan bir sorudur, “Beni seviyor musun? “.
Bu, cevabı zaten bilinen çok saçma bir sorudur. Ancak, çoğu kez şımarıklık ol­sun diye sorulsa bile, bazen nişanlıların içlerinde yatan kararsızlıkları da ortaya koyabilir.
Ve, genellikle, bu şüpheler, evlenme tarihinin yaklaşmasıyla kaybolur. Zira, bu şüphelerin tehlikeli olduğunu düşü­nerek, kararlı, kendilerinden emin bir hava yaratmak isterler. Fakat, evlendik­ten sonra sevilmeme korkusu yeniden kendini gösterir. Çok mutlu beraberlik­lerde bile zaman zaman böyle tereddüt­lerin olması son derece tabiîdir.
Nişanlılık döneminde gençler, genel­likle birbirlerine en iyi yanlarını göste­rirler. Birbirlerine hayrandırlar.
Evlendikten sonra eşler, yavaş yavaş birbirlerini övme çabalarına son verirler. Bu da evlilik hayatındaki ilk şüpheleri doğurur. Her iki gençde de az sevildikle­ri fikri yerleşir.
Kocalarına fazla “annece” davranan kadınlar, kocalarının hep çocuk kalması­na yolaçabilirler.
Evliliğin sağlam temellere dayanma­sını sağlayan başlıca etkenlerden birisi de karşılıklı saygıdır. Anlayışlı ve saygı­lı olmanın yanısıra sevgi ve şefkat pek çok kusuru hoşgörüyle karşılamayı do­layısıyla geçinmeyi sağlar. Evlilikte kar­şılıklı uyum, sadece görünüşte değil, eşlerin düşünce ve değer yargılarını kap­sayan içdünyalan arasında da sağlan­malıdır.
Yeni evliler, eğer böylesine mükem­mel bir uyumu ancak birlikte gayret ederek elde edebileceklerini hesaba kat­mazlarsa, kendilerini son derece can sı­kıcı bir ortamın içinde buluverirler.
Çoğunlukla, düğün merasimi ya­pıldıktan sonra her şeyin kendiliğinden en iyi biçimde hallolacağına inanılır. Bir sürü aksilikten, felaketten sonra “mutlu son”la, yani evlilikle biten aşk romanla­rı, insanlarda bu kanaatin oluşmasına sebep olmuştur.
Son derece çocukça olmasına rağmen, bu inanç belirli bir kültüre sahip insan­lar arasında da marnlamayacak kadar yaygındır. Elbette, evlilik mutlu bir son değil kötü bir başlangıçtır, demek iste­miyoruz. Ancak, evlilik bir son değil, bir başlangıçtır…
Özellikle, erkek için sevdiği kızı nikâh masasına götürmek, sevgilisinin onu her zaman seveceğini garanti etmeye yeter­lidir. Onun ilgisini sevgisini elde edince­ye kadar, adeta bütür enerjisini tüket­miştir. Ve artık, başka bir şey yapması­na gerek kalmadığını sanır. Kadın ise, ni­şanlılık dönemi boyunca etrafında per­vane olan nazik nişanlısının evlendikten sonra da aynı şekilde hareket etmeye de­vam edeceğine inanır. Her ikisi de yanıl­dıklarının farkına vardıklarında aldatıl­dıkları fikrine kapılırlar.
Aslında, evlilikte aşk, sadece sihirli bir duygu değildir. Eşler, birlikte göğüs germeleri gereken zorluklar karşısında uyum içinde omuz omuza mücadele ede­ceklerdir. Ayrıca aşk, sadece sevip sevilmek demek de değildir. Sürekli ve karşı­lıklı bir sevgi, saygı, anlayış alışverişi­dir.
Genç karı-koca, ortak hayatlarının başlarında, birbirlerinin tepkilerini, zevklerini ve özelliklerini iyice anlamaya çalışmalı, geçici de olsa, gelecek hakkın­daki taşanlarını bir tarafa bırakmalıdır-lar.
Çünkü çoğu kere, eşlerden birinin herhani bir alışkanlığı, bir olay karşısındaki tutumu diğerinin hoşuna gitmeyebilir. Yanlış anlaşılmalara tartışma ve sürtüş­melere yolaçabilir. Genellikle, yeni evli­lerin tartışmaları basit, incir çekirdeğini doldurmaz olaylardan kaynaklanır.
Sık sık düşülen bir başka hata da, in­sanın sevdiği kişinin kusurlarını, ya da noksan taraflarını ortak hayatta istediği şekilde düzeltebileceğine inanmasıdır. “Ben seni kabul ediyorum, ama olduğun gibi değil. Seni yeniden şekillendirece­ğim halinle!” diye düşünen biri pek dü­rüst ve gerçekçi hareket ediyor sayıl­maz. Arzusunu gerçekleştirmeyi başara­madığında da kendini aldatılmış ya da hayal kırıklığına uğramış hisseder. Birini olduğu gibi değil de olması ge­rektiği, gönlünce değiştirebileceği haliy­le seven biri kötü bir aşıktır. Ve hayal kırıklığına uğramaya mahkumdur.
Genellikle, evlendikten uzun yıllar sonra eşler birbirlerini karşılıklı etkile­diklerinden değişirler ve bir bakıma bir­birlerine benzerler. Ancak, hemen ilave edelim, bu değişiklikler önceden tasar­lanmış, planlanmış değişiklikler değil­dir. Farkında olmadan karşılıklı etkilen­menin sonucunda kendiliğinden olur.
Eşler arasındaki uyumun özel zevkler­den fedakarlık ederek gerçekleşebilece­ğini düşünmek de son derece yanlış­tır. Zira, sırf eşinin hoşuna gitsin diye fedakarlık eden kişi, ne sevgisini ispatla­mış, ne de gerçek anlamda bir uyum sağ­lamış olur.
Bu tür fedakarlıklarda bulunan kişi, aslında kendinden fedakarlık etmiş olur. Giderek yaptığı fedakarlıklardan piş­manlık duyabilir. Böylece aşkın yerini alan boyun eğiş, ilk fırsatta nefret ve öf­keye dönüşür.
Evlilikte eşlerin sürekli kendilerinden fedakarlık etmeleri olumsuz sonuçlar doğurabilir. Hele sürekli fedakarlık eden eşlerden biriyse, bu ya tam bir kişiliksiz­lik ya da umulmadık bir anda, büyük bir isyanla son bulabilir. Uyum sağlamak, huzurlu bir evlilik hayatı, kadının veya erkeğin alışkanlık­larında köklü değişiklikler yaratabilir. Ancak, uyum sağlamaya çakşırken, eş­ler, aşk, geçim uğruna kendi hayatlarını kendilerine zehir etmekten de kaçınmalı­dırlar.
Sürekli olarak anlayıştan, saygıdan, şefkatten ve karşılıklı saygıdan sözeder-ken aşkı da yabana atmamak gerektir. Henüz aşkın gerçek tanımı yapılama­mıştır. Aşkı, kimisi Eflatun gibi ideal-leştirir, kimisi de Safo türü aşkı dikkate alıp modern psikologlar gibi, bir hasta­lık olarak nitelendirir.
Safo türü aşk, başlıbaşına bir ihtiras, bir heyecan, bir şevk, kısacası bir tutku­dur. Psikologlar, bu tutkuyu sarhoşluk benzeri, anormal bir ruh hali olarak ta­nımlıyorlar. Tutkusunun esiri olan in­sanda bencilliğin yerini diğer gamhk alır. Hasta olarak kabul ettiğimiz bu ki­şi sevdiğim eleştirmekten, gerçek yü­züyle görmekten acizdir. Kendini adeta ona teslim etmiştir. Aşırdık edilirse, so­nuç, şüphesiz ki bir trajedidir.
Tutkular, ne şekilde olursa olsun, ge­lip geçicidir. Tutku, bir rüzgar gibi esip gittikten sonra, sevgililer, ya aniden bir­birlerine yabancılaşıp kendi yollarına gi­der, ya da aralarında tutkunun yerine daha sağlam temellere dayalı bir hissin doğduğunu keşfederler.
Evlendikten sonra “ben”in yerini “biz” kavramı alır. Kısacası, karı-koca, gerek ortak, gerekse kişisel hayatlarını ilgilendiren kararları birbirlerine danış­madan alamazlar, almamalıdırlar da. Her olayı başbaşa vererek çözümlerler. “Biz” kavramı, ancak bir kadın ve bir erkek arasında gerçekleşebilir. Bu yüz­den, karı-koca arasındaki aşk, arkadaş­lıktan farklıdır.
Eşlerin her yönden birbirlerini, ta­mamlaması gerekir.
Evliliğin en olumlu yanı, hiç şüphesiz ki, bir kadınla bir erkeğin “biz” kavra­mını benimsemiş olmasıdır. “Biz” kav­ramı, iki ayrı kişiliği değil, birbirini her yönden tamamlayan iki kişiliği ifade eder. Bu yüzden, “ben”i ortadan kaldır­madığı gibi onu daha da mükemmelleştirir.
Yüzyıllar boyunca evlilik hayatı birta­kım âdet ve geleneklere dayanmıştır.
Sadece “Herkes böyle yapıyor” dü­şüncesi bile, insana davranışları konu­sunda huzur vermeye ve herkesle uyum sağlamasına yetiyordu. Günümüzde evlilik anlayışı yeni bir boyut kazanmış bulunuyor.
Evliliklerinin ilk zamanlarında çiftler, “biz” kavramının temeline ulaşmış ol­maktan epey uzaktırlar. Bu yüzden, bir­likte çaba göstermeleri gerekir. Zira, her konuda tam bir uyum sağlayamazlarsa, evlilikleri yoluna giremez.
Leia Mais

Evli Çiftler Arasında Kişilik Çatışması

Nişanlılık döneminde, gençler, evlen­meye kesin karar vermeden önce, birbir­leriyle anlaşıp anlaşmadıklarına bakma­lıdırlar. Ancak, pek az nişanlı çiftte ni­şanlılık gerçek amacına ulaşır.
Çiftlerin gerçek kişilikleri genellikle evlendikten sonra ortaya çıkar. Çünkü, görüş açıları, fikirleri, evlilik hayatında tamamen değişir. Kısacası karı-koca, ev­lendikten sonra birbirlerini yeni baştan tanırlar.
Nişanlılık döneminde, sözgelimi, çe­kingen bir gence, dışa dönük ve girişken bir kadın çekici gelebilir. Çünkü, bu ka­dın, ona, tek başına denemeye bile cesa­ret edemeyeceği tecrübelerin yolunu açacak gibidir. Aynı şekilde, kadın da gelecekteki çekingen kocasında, hayatı­na yeni bir renk verecek bir hayalciyidir şairi görebilir.Ancak, evlenince işler değişir. Çekin­gen koca, karısını saldırgan bir varlık olarak görmeye başlar. Zira, hiç de çekingen olmayan karısı onu hoşlanmadı­ğı yabancılarla ilişki kurdurmakta Ve iç dünyasını adeta istila etmektedir. Kadın ise, kendi açısından, kocasında, insan­larla ilişkiye girmekten ve ilerlemekten aciz, çelişkiler içinde, renksiz, silik bir adam bulur.
Böylesine zıt karakterli çiftler, evlen­dikten sonra bir bunalıma düşebilirler. Ancak, çiftlerin çoğunluğu, karakter ça­tışmalarının üstesinden gelmeyi başarır.
Karı-koca, zıt, benzer ya da birbirini tamamlayan karakterlere sahip olabilir­ler.
Mutluluğa ulaşmak için farklı yolları takip eden ve hislerini değişik biçimler­de ifade eden karakterler, birbirlerine zıttır. Sözgelimi, yalnızlığı seven, içine kapanık ve hassas bir erkek ile dışa dö­nük, hislerini açıkça ortaya koyan bir kadın; ya da hata yapmaktan korkan, ti­tiz, mantıklı bir erkek ile fazla hayal ku­ran; son derece dağınık bir kadın zıt ka­rakterlere sahip çiftleri oluştururlar.
Böyle durumlarda, karı-koca hemen, çok büyük bir zorlukla karşılaştıklarını düşünürler. Bunun sonucunda, aralarında rekabete girerlerse, işte o zaman du­rum, yenilmesi imkansın bir zorluk, bir problem halini alır. Zira, her ikisi de, farklı hayat görüşlerine sahip oldukları için kırılır, birbirlerini şiddetle eleştir­meye ve hor görmeye başlarlar. Kısacası bir zamanlar onlara çekici gelen özellik­leri, tarafları, kin ve nefret duygularının oluşmasına sebep olur.
Karakterler arasındaki zıtlığın teme­linde anlaşmazlık da yatar. Çoğunlukla, insanlar, kendi kişiliklerine ters gelen davranışları yaparken güç alabilmek, eksiklerini telafi için karakterlerine uymayan insanları eş olarak seçer­ler.
Sözgelimi, mesleği icabı pek çok in­sanla ilişkiye girmek zorunda olan, içine kapanık bir erkek, kendine kolaylık olsun diye girişken bir eş arayabilir. Ve şayet “evdeki hesap çarşıya uymazsa” evlilik beklendiği kadar başarılı olmaya­bilir!
Ancak zıt karakterlere sahip karı-kocalar da anlaşabilecekleri ortak nok­talar bularak, başarılı yuvalar kurabilir­ler. Yeter ki, “biz” olmayı içten istesin­ler…Şimdi, içe dönük koca ile, dışa dönük karısını tekrar örnek olarak ele alalım. Acaba erkek nerede yanılmıştır?
Yanlış, kocanın, beraberliklerinin sa­kıncalı olabileceğini hiç dikkate alma­yıp, sadece kendi çıkarlarını düşünerek evlenmeye karar vermesinden kaynak­lanmıştır.
Kadın ise, evleneceği erkeğin kendi­sinden sadece çok az farklı hesaplar yap­tığını, fazla eğlenceli tipler olmayan, iş çevresinden kişilerle görüştüreceğini hiç aklına getirmeden, kendince, ciddi ve önemli bir kocanın, çevresindekilerle olan ilişkilerinin daha iyi olmasını sağla­yacağını düşünmüştür.
Bir kere, bütün bu yanlış hesaplar or­taya kondu mu anlaşmayı gerçekten is­teyen karı-koca için evliliklerini kurtar­mak hiç de zor olmayacaktır. Erkek, bir­kaç önemli kişiyle iyi ilişki kurmayı ba­şarır, kadın iş çevresinden kişileri gere­ğince ağırlarsa vb. zıt karakterli çiftin evliliği, son derece basit, fakat karşılıklı küçük fadakarlıklarla pekala da rayına oturabilir.
Önemli olan; eşlerin, ilk kırgınlıkları­nın yarattığı tepki ve eleştirileri dozun­da bırakıp evliliklerini kurtarmaları ge­rektiğini bilmeleridir..
Bazjen, evliliğin ilk zamanlarında, zıt karakterli eşlerden birinin diğeriyle ko­layca uyum sağladığı görülür. Ama bunun geçici ve sahte bir boyun eğiş oldu­ğunu, eşinin böyle davranmakla büyük bir fedakarlıkta bulunduğunu, mutlu ol­madığını anlaması gerektir. Yoksa tutu­munu aynı şekilde sürdürürse büyük ha­ta yapmış olur.
Eşlerden çekingen olanı diğerine hiç itiraz etmeyip de sadece kırgınlığını be­lirtmekle yetinirse ve bununla ona ha­yat tarzını biraz olsun değiştirmesi gerek­tiğini anlatmaya çalışırsa, son derece yanlış hareket etmiş olur. Zira, büyük bir ihtimalle diğeri hiçbir şey anlamaya­cak bu sessiz itirazın farkında bile olmayacaktır.Boyun eğmekten bıkıp ani bir kararla, evliliklerinin bu şekilde devam edemeyeceğini söyleyene kadar.
Böyle durumlarda, genellikle, eşlerin her ikisi de hatalıdır. “Fedakar eş” rolü­nü oynayan, olayların zamanla evlilikle­rinin lehine dönüşeceğini ümit ederek, boyun eğmeyi seçer. “Biz” kavramının aralarında kendiliğinden oluşacağım bekleyerek, ya da yaptığı fedakarlığın yeterli olduğuna inanarak düzeltmek için hiçbir çaba göstermez.
Diğeri de bu sessizliği bir onaylama sanıp yaratacağı tehlikeli durumu sezer.
Fedakar eş kendini onuru kırılmış ve baskı altında kalmış, ezilmiş hisseder. Bu duygular içindeki eş, her an patlaya­bilir ve bu ani tepkisi anlaşmalarını iyi­ce zorlaştırabilir.
Zıt karakterli eşlerin anlaşması zor ol­duğu gibi benzer karakterlere sahip karı-kocaların anlaşması da o kadar ko­lay olmaz doğrusu. Zira, evlenmeden ön­ce, tarafların her ikisi de kendi zevk ve düşüncelerini paylaşan kişilerle evlen­dikleri takdirde alıştıkları düzenin bo­zulmayacağı düşüncesine sahiptirler. Böylece ilgilerini daha çok kendilerine yöneltirler ve çevrelerini genişletecekle­rine daraltırlar.
Gelelim benzer karakterli eş arayışı­na… Benzer karakterli eş arayışı, ya aşı­rı gururdan, ya da aşırı alçak gönüllük­ten kaynaklanır.
Önce gururu gözden geçirelim. Kül­türlü, şan, şöhret düşkünü ve zeki bir er­kek ya da kadın, kendisine layık bir eşin kendi vasıflarına sahip olması gerektiği düşüncesindedir. Kendinden daha az ze­ki veya* değişik zevklere sahip bir eşi olursa küçük düşeceğine inanır.
Onun yaşayabileceği tek düzen, kendi düzenidir.
Bir kere.kendine benzer birini buldu mu da, onunla son derece mutlu bir ni­şanlılık dönemi geçirir. Zira, ruhunun iki­zini bulduğundan ve onunla, tam bir uyum içinde yaşayacağından emindir. Ancak, evlendikten sonra her şey deği­şecektir. Çünkü aralarında bir tür reka­bet hissi başgösterecektir.
Ya eşlerden biri teslim olacaktır ki bu durumda galip olan belki de bilinçsizce, kendini hayal kırıklığına uğramış hissedecektir. Çünkü, bir hayat arkadaşın­dan çok, bir hayran elde etmiş olacaktır. Ve bu, hoşuna gitse de, tam anlamıyla rahat bir durum olamadığı için, farkında bile olmadan kaçış yolları arayacaktır. Ya da eşler birbirlerine tam bir bağım­sızlık tanıyacaklardır. Bu durumda da sanki evli değillermiş gibi ortak beraber­liklerini “biz” olamadan sürdürecekler­dir.
Eş seçiminde iddiasız, alçak gönüllü davranan kişilerin evliliklerinde öyle pek fazla beklenmedik durum ortaya çıkmaz.
Kişiliği tam oluşmamış, fazla girişken olmayan, kendi kendine karar vermekte güçlük çeken, sakin yaşamayı seven, ge­leneklerin ağırlığı altında ezilmiş ve gözü yükseklerde olmayan bir kadın ya da bir erkek, kendi karakterine uyan bir eş arar. Ve çoğu kere bulur da…
Tek başına karar veremeyen eşler, bu huylarından vazgeçemezler. Böyle dav­ranmaya devam ettikleri takdirde sü­rekli hayal kırıklığına uğrayacaklarını da bilirler. Ancak, başka türlü de davra­namazlar.
Aslında, eleştirdikleri eşleri değil ken­dileridir.
Kadın, kendine değer verdirmeyi bil­miyor diye kocasını, erkekse kendisini ömür boyu vasat bir hayata mecbur etti­ği için karısını, sürekli suçlayıp duracak­lardır.
Eğer, alçakgönüllülük perdesi altında çok zeki, hırslı ve gözü yükseklerde biri gizleniyorsa, bu tezat, belki on-onbeş . yıllık, sakin bir evlilik hayatından sonra karı-koca arasında büyük bunalımlar, fırtınalar yaratabilir.
Çoğunlukla erkekler, 20-25 yaşından sonra da olgunlaşmaya, gelişmeye de­vam ederler. Oysa, 25 yaşlarındaki bir kadının karakteri çoktan oluşmuştur. Kısacası, evlendiğinde alçakgönüllü, va­sat biri olan bir erkek, daha sonra hırslı biri haline dönüşebilir.
Böyle durumlarda benzer karakterli çiftlerin aralarında uyum sağlamaları, en az, zıt karakterli eşlerde olduğu ka­dar güçtür. Böylece “biz” kavramının oluşması hemen hemen imkansızlaşır.
Benzer karakterli eşlerin evliliği, an­cak gözü yükseklerde olmayan veya çok üstün kişiliklere sahip kimseler arasında başarılı sonuçlar verebilir.
Psikologlar, en sağlıklı evliliğin, birbi­rini tamamlayan karakterlere sahip karı-kocalar arasındaki evlilik olduğunu belirtiyorlar.
Ancak, birbirini tamamlayan karak­terleri, birbirlerini tamamlamayı başar­mış zıt karakterlerle karıştırmamak ge­rekir. Zira, zıt karakterli eşler, bu hale ancak onları benzer kılan karşılıklı pek çok fedakarlıklar yaptıktan sonra gele­bilmişlerdir. Oysa, birbirini tamamla­yan karakterlerde, eşlerden birinin özel­likleri diğer ininki ile mükemmel biçimde uyum sağlar. Sözgelimi, otoriter bir er­kek ile yumuşak başlı bir kadın, veya sert, mütehakkim bir kadın ile pasif, yu­muşak başlı bir erkek, ya da çocuksu ka­dın ile eşine bir baba şefkatiyle yaklaşan erkek (bunların tam tersi de olabilir) bir­birlerini tamamlayan karakterlere sahip çiftler oluşturabilirler.
Bu çiftler arasında uyum, teorik ola­rak, kendiliğinden oluşur. Uygulamada ise her şey bu kadar kolay olmayabilir. Eşler ancak birbirlerini tamamladıkları­nın bilincine vardıktan sonra uyum, ken­diliğinden oluşur.
Bu tür evliliklerde en büyük tehlike, tarafların durmaları gereken noktada durmayı bilmemelerinden kaynaklanır. Sözgelimi, koca, karısının yüklenmek is­tedikleri sorumlulukların yanısıra, ken­disi ve işiyle ilgili olanları da karısına bı­rakırsa, kendisini pasifliğin rahatlığına bırakırsa sonuçta karısı ona daha az de­ğer verebilir. Ya da, mütehakkim, sert bir kadın, kocasının iş hayatına vb. müdahele ederse kocasının isyan etmesine yolaçabilir. Böyle durumlarda evlilik bir çıkmaza girebilir. Çünkü çiftler, aşılması güç en­gellerle karşı karşıyadırlar.
Unutmamalıdır ki, bütün eşler, ister zıt, ister benzer, isterse tamamlayıcı ni­telikte karakterlere sahip olsunlar, ara­larında bir uzlaşma sağlanır. Ye­ter ki, bunu istesinler, problemlere karşı­lıklı sevgi, saygı ve anlayışla yaklaşabil­sinler ve izledikleri yol doğru olsun. Kı­sacası, kendi çıkarlarını korurken diğeri­ne zarar vermekten kaçınsınlar. Bu ara­da birbirlerine kendilerini anlatmak için fırsat vermeleri gerektiğini de unutma­malıdırlar. Aksi halde evlilik hayatları çelişkilerden ve rekabetten ibaret bir ce­hennem hayatı olacaktır.
Leia Mais

Eşler Arasında Bazı Olumsuz Davranışlar

Bazı olumsuz davranışlar
Eşler birbirlerini anlamaya, tanıma­ya, aralarında uyum sağlamaya çalıştık­ları sırada bazı engellerle karşılaşacak­lardır elbette.
Çoğu kere bazı minik, .olumsuz, davra­nışlar devleştirilip, aşılması güç engeller haline sokulur. Zira, evliliğin başından itibaren, eşlerden biri, olaylar karşısın­da takındığı tavrın, yerinde olduğunu değiştirmemesi gerektiğini sanmakta­dır. Aslında bu tutum son derece yanlış­tır. Zira herkes yanılabilir. Ve evlilikte esas engeleri işte bu katı yanlış tutum teşkil eder.
Şimdi bu yanlışların başucalarından söz edelim. Önce “sessizlik”i ele alalım. Daha çok erkeklerin, ancak sık sık ka­dınların da başvurduğu bir davranış şeklidir bu.
Biz burada örnek olarak bir erkeği ele alacağız. Ancak yazdıklarımız kadınlar için de geçerlidir.
Sözgelimi, erkek, karısının hoşuna git­meyen bir davranışı karşısında, bunu söyleyip gerçek sebeplerini araştıracağı­na, genellikle “Beni gerçekten sevseydi, böyle yapmazdı. Ben de o, kalbimi ne ‘ kadar kırdığını anlayana kadar susar se­simi çıkarmam. Benim söylememle bu­nu yapmaktan vazgeçecekse, hiç vaz­geçmesin! Umurumda bile değiL Önemli olan, bunu kendi kendine anlayıp, vaz­geçmesidir. Ancak, o zaman ona saygı ve sevgi duyabilirim…” diye düşünür. Ve incinmiş, hakkı yenmiş biri havası» içinde susmayı yeğler. Elbette bu “ses­sizlik” ile hiçbir problem çözümlenemez. Zira karısı onun bu suskunluğuna bir an­lam veremez. Anlasa da, bu davranışı pek çocuksu ve ciddiyetten uzak bula­caktır.
Bu durumda kadın, haklı olarak “Bir erkeğin konuşmaya, fikirlerini söyleme­ye, en azından ne istediğini açıklamaya cesareti olması gerekir. Böyle bir karış suratla etrafta dolaşmasının bir yara­rı yok ki” diye düşünür. Bir kadının, bir erkeğe yapabileceği en büyük hakaret de, onun tam olgun bir erkek olmadığını belli etmesi değil midir?..
Bunun tam tersim düşünürsek, yani kadınla erkeğin yerini değiştirirsek, o zaman da erkek, yanında kırgın, küskün duran karısı için “Ne kötülük var bu yaptığımda? Hiçbir şey kafasına girmi­yor. Üstelik bir de küsüyor” diye düşü­nür.
Aslında, her şeyden önce, küsüp ko­nuşmamak, temelinde bir anlaşmazlık yattığı için olumsuz bir davranıştır. Suskun kişi, gerçekte bu yolu meseleyi çözümlemek için değil, sürdürmek ama­cıyla tercih eder. Çünkü, o incinmekten adeta özel bir zevk alır. kendisinin bu gerçeğin farkında olma­masından kaynaklanır zaten. Kısacası, olay, az ya da çok mazohizm (kendisine eziyet etmekten zevk alma) türünden, anlaşılmamaktan duyulan bir tür çarpık zevkten kaynaklanır.
Bazen, bu tür davranışlar patolojik görünümler kazanır. Sözgelimi, erkek ya da kadın, sürekli incinmeye ihtiyaç du­yar. Kimi zaman da bu durumu kendisi yaratır. Böylelikle, eşi ne kadar uğraşır­sa uğraşsın evliliklerinde huzurlu bir ha­va yaratmayı başaramaz. Böyle durum­larda bir uzman hekime başvurulmasın­da yarar vardır.
Ancak, genellikle ruh sağlığı yerinde olan kimselerin de az ya da çok, mezohist bir yanı vardır. Yani, hayatlarının belli bir anında suskunluğu tercih eden erkek ya da kadınlarda da böyle mazohist bir yan bulunabilir.
Bu mazohist yanın kişiliğe hpkim ol­masını, bir alışkanlık haline dönüşmesi­ni önlemek için, bu olumsuz davranış şeklini, ilk ortaya çıktığı anda etkisiz hale getirmelidir. Mazohist yanı ağır ba­san kişi doyuma ulaşabilmek için, sürek­li daha çok acıya ihtiyaç duyar. Bu tıpkı, bir alkoliğin giderek içkinin dozunu ar­tırmasına benzer. Böylece, durum gitgi­de kötüleşir. Ve eşler arasında önceleri kırgın, küskün bir hava teşkil eden ses­sizlik, daha sonra sinir bozucu bir hal alır. Sonunda da eşler birbirlerinden tamamiyle koparlar.
Şayet eşinin hoşuna gitmeyen davra­nışları karşısında sessiz kalmayı tecih eden kişinin patolojik problemleri yok­sa, eşler fazla zorluk çekmeden durumu düzeltebilirler.
Her şeyden önce incinmiş olanı olaya “Beni sevseydi böyle davranmazdı” dü­şüncesiyle bakmamahdır. Diğeri de, onun kırgınlığını ciddiye almalı, hatası­nı kabul edip özür dilemelidir. Ancak bu şekilde eşinin kırılan kalbini, gururunu tamir edebilir. Çünkü, mazohist eğilimin yanısıra, incinmiş gururun, yani hayal kırıklığına uğramış egosantrizm de bu suskunluğa yolaçabilir.
Karı-kocanın içtenlik ve alçakgönüllükle, en önemlisi de birbirlerini suçla­madan aralarındaki anlaşmazlığı tartı­şarak çözümlemeye çalışmaları böyle durumlarda en iyi yoldur.
Dargınlığın “esas sorumlusu”, hani o “Sevgisi yalan olduğu için eşini üzen davranışlarda bulunan”, diğerinin bek­lediği gibi, hatasını anlayıp da özür di­lerse evlerinde esen soğuk, gergin hava­yı kolayca ortadan kaldırabilir…
Bu durum, özellikle, yeni evliler ara­sında sık sık ortaya çıkar ve yanlış anla­şılmalara sebep olur. Ashnda kara­kocalar, karşılıklı biraz anlayış gösterse­ler bu can sıkıcı küsmeler, incinmeler hiç olmaz.
Bir başka olumsuz davranış ise, yuka­rıda sözünü ettiğimiz darılıp, konuşma­ma huyunun tam tersidir. Yani, kadının ya da erkeğin eşine yapması ve yapma­ması gereken şeyleri sert, kesin bir dille söylemesi, kısacası eşine ültimatom ver­mesidir.
Bazı kocalar karılarının makyaj yap­malarına, yüksek topuklu ayakkabı giy­melerine, belirli bir kokuyu ya da koku sürmelerine, bazı yerlere gitmelerine veya biriyle arkadaşlık etmelerine, bazı kültürel vb. faaliyetleri sürdürmelerine, bazı işlerde çalışmalarına yahut da bü­tün bu saydıklarımızın hepsine birden karşı çıkabilirler.
Kadınlara gelince, onlar da kocaları­nın sigara, içki vb. içmelerine karşı çı­karlar.
Ancak, bu küçük yasaklar ve iyilik ol­sun diye yapılan zorlamalar, karşı çık­malar karı-kocanın işlerinden tutun da arkadaş seçimine ve hatta fikir özgür­lüklerine kadar giderse o zaman iş deği­şir ve durum ciddiyet kazanır.
Çünkü yasakların sebepleri, genel ola­rak, sağlık, ekonomik imkanlar, toplum kuralları vb. gibi konulardan kaynakla­nıyor gibi görünse de aslında, bu ufak tefek şeyler, gizlenmeye çalışılan bir re­kabetten, hükmetme ihtiyacından, bazı konularda lütufkar davranma inceliğin­den, pasif, yumuşak başlı bir eşi arzula­maktan ve sık sık da insanoğlunun sa­dist yanından kaynaklanıyor olabilir.
Sadizm ya da diğer bir deyişle, sevilen kişiye herhangi bir şekilde eziyet etme, acı çektirmekten zevk alma, mazohizm gibi, en dengeli insanlarda da her zaman bir belli ölçüde mevcuttur.
Şayet, eşlerden birinde sadist yan ağır basarsa, sistematik hals gelir de, amacına ulaşmak için, eşinin en tabiî eğilimle­rine, alışkanlıklarına bile açıkça karşı çıkmasına yolaçarsa patolojik bir durum sözkonusudur. Bu takdirde der­hal bir uzman hekime başvurmak gere­kir.
Genellikle eşine bazı şeyleri yasakla­yan kişi, davranışının hatalı olabileceği­ni aklına bile getirmez. Çünkü, her şeyi yuvalarının, eşinin iyiliği için yaptığına inanmaktadır. Bu halde, anlaşmazlığa çare bulma görevi diğer eşe düşer. En iyisi, küçük, önemsiz şeyler sözkonusu olduğunda, davranışları kısıtlanan eşin, o an için sesini çıkarmadan, herhangi bir tartışmaya girmeden boyun eğmesidir.
Böylece, karısının ya da kocasının ken­disine kafa tutmasını bekleyen iyi niyet­li eş, onun hemen teslim olduğunu gö­rünce önce şaşırır, sonra da yumuşar. Zi­ra, insan, istediği bir şeyin hemen kabul edildiğini görünce, kendini pek zafer ka­zanmış gibi hissedemez… Sonuçta ço­ğunlukla kazançlı çıkan boyun eğen eş olur. Çünkü kendi istediği gibi davran­ma hakkını kolayca elde eder. Zaten öte­ki için olay artık değerini kaybetmiştir.
Ancak, eşi sert tepki gösterirse konu­yu gurur meselesi yapabilir. Olay büyür, dallanıp budaklanır. Eğer karıkoca bir­birlerinin yasaklarına aldırış etmezlerse, giderek bu hiçe sayışlar birikir ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler yü­zünden tartışırlar hatta kavga ederler.
Yasaklama ve zorlamalar iş seçimi gi­bi özel önem taşıyan konuları kapsıyor­sa, boyun eğmek, şüphesiz yanlıştır. An­cak, bağırıp çağırarak tepki göstermek de doğru olamaz. Eğer, yasakları koyan kadının ya da erkeğin patolojik bir duru­mu yoksa, eşi, onun kendi açısından haklı sebepleri olabileceğini kabul etme­li, sakin ve objektif görüşle tartışmaya girmelidir. Çoğu kere, bu tür tartışmalar sonucunda temelde bambaşka problem­lerin yattığı-ortaya çıkar. Böylece karı­koca anlaşmazlıklarının gerçek sebebini bulup, daha önce akıllarına bile getirme­dikleri yollarla kolayca halledebilirler.
Yukarıda saydıklarımızdan başka, birbirine zıt olmakla beraber, aynı dere­cede hatalı olan iki davranış çeşidi daha vardır. Bunlar da daha çok yeni evliler­de görülür.
Bunlardan birincisi, eşlerden birinin ya da her ikisinin de kendi isteklerini bastırarak sadece ötekinin arzusunu ye­rine getirmeye çalışmasıdır. İkincisi ise, bunun tam tersi olup, eşlerin kendi öz benliklerim koruyabilmek, kişiliklerin­den fedakarlık etmemek için alışkanlık­larında en ufak bir değişiklik yapmak­tan bile kaçınmalarıdır.
Gerçekte, eşinin mutluluğundan baş­ka bir şey düşünmeyen, onun her arzusu­nu yerine getiren kadın ya da erkek, ona karşı fazla uzun sürmeyecek bir aşın hayranlık duygusu taşıyor demektir. Üstelik bu aşırı hayranlık devam etse bi­le, tutum yine de olumsuzdur. Zira, “biz” oluşmasına hiçbir katkısı olmadı­ğı gibi işlerden birinin kişiliğini gök­lere çıkartırken diğerini önemsiz kılmak­tadır.
Bu hayranlık devresi sona erince ger­çek bütün çıplaklığıyla kendini gösterir. Ve ortaya bir sürü problem çıkar. Genellikle, eşine sevgisinden, hayranlığından kendini hiçe sayan kişi, sonunda onu en acımasız biçimde suçlayan, doyuma ulaşmamasının, düş kırıklığına uğrama­masının tek sebebi olarak onu gören, yaptığı fedakarlıkları başına vuran kişi de olur.
Baba havasında bir koca, çocuksu ka­rakterli karısının her arzusunu yerine getirmekten büyük zevk alabilir. Ancak, böyle davranmakla onu mutlu etmekten ziyade, onu ne istediğini bilmeyen şıma­rık bencil bir bebek haline getirir.
Aynı şekilde, kocasına annesiymiş gibi davranın bir kadm da onu şımartarak bir koca bebek yapacaktır. Bu erkekte, kişiliğine daha derin anlamlar veren baş­ka tecrübeler edinme arzusu doğuracak­tır.
Bazı yörelerde erkek, evlenince kılıbık ve korkak damgası yememek için bekar­lık, alışkanlıklarını sürdürmek zorunda­dır. Sözgelimi, boş vakitlerini, karışım evde bırakarak, erkek arkadaşlarıyla birlikte, kahvehanelerde, oyun salonla­rında meyhanede geçirir.
Evliliklerinin ilk zamanlarından itiba­ren bazı eski alışkanlıklarını sürdürerek ne kadar güçlü bir kişiliğe sahip oldukla­rını gösterdiklerini sanırlar.
Olgunlaşmamış kişi, ister kadın, ister erkek olsun bu tür davranışlarda yeter­sizliğini örtbas etmeye çahşır. Çünkü, halâ çocukluk bencilliğinden kurtulama­mıştır ve büyümek için de pek istekli de­ğildir. Alışkanlıklarını ve eski hayat tar­zını, evlendikten sonra da aynen sürdür­mekte ayak direr.
Olgunlaşmamak günümüzün hastalı­ğıdır diyebiliriz.’ Bazı psiko­loglar, olgunlaşamayanların sayısının son elli yıl içinde en azından iki katına çıktığını iddia ediyorlar. Bunun sebeple­rini anlatmak da o kadar zor değil…
Birkaç yıl öncesine nazaran, günü­müzde gençler çocukluklarından itiba­ren bir sürü şey öğrenirler. Herkes gü­nümüz gençlerinin ana-babalarının ve dedelerinin vb. kendi yaşlarında oldu­ğundan daha zekî oldukları fikrinde bir­leşiyor. Ayrıca, günümüz gençleri kendi sorumluluklarını ana babalarına oranla daha erken yükleniyorlar. Hayatlarını erken yaşta kazanmak zorunda kalıyor­lar. Ve çoğu hem çalışıp hem okuyor.
Bunun neticesi olarak, son elli yıla ba­kılırsa, günümüz kısanları geçen yüzyıl­daki ya da bu yüzyılın başlarındaki ya­şıtlarından daha çok şey biliyor ve daha pratik bir zekaya sahip. Ancak genellik­le kişilik gelişimi biraz geri kalmış ve duygu dünyası da yeterince gelişeme­miştir. Çocukluk dönemi gereğinden uzun sürmektedir.
Kimi zaman olgunluk yaşına kadar uzanan bu çocukluğun oyunacakları da cep radyosu, walkman> teyp, pikap, tele­vizyon, motosiklet, araba, futbol maçla­rıdır…
Eşlerin her ikisi de şayet olgunlaşma­mış kişiliklere sahipse, anlaşmaları, do­layısıyla da “biz” olmaları son derece güçtür. Tek yapacakları şey, olgun kişi­ler olmadıklarını kabul etmeleri olgun­laşmak, büyümek için çaba harcamaları­dır.
Bunlar genellikle, çok genç yaşta ev­lenmiş kişilerdir. Olgunlaşmamalan kendilerini tedirgin ettiği için evliliği seç­mişlerdir. Evlendikten sonra ise bu en­geli aştıklarına inanarak, olgun insan ro­lü oynayan gururlu, bencil çocuklar olurlar. Bunun yanısıra hayallerini, ol­gunlaşma sürecini tamamlamak için, bir an evvel çocuk sahibi olmaya bakarlar.
Akıllı ve kültürlü gençler, evliliğe he­nüz tam hazırlıklı olmadıklarının ve er­ken evlenirlerse mutlu ya da çok mutlu olamayacaklarının farkındadırlar. Evle­nirlerse, önlerinde engelleri birlikte aş­maları gereken iki macera arkadaşı ola­caklardır. Büyük ihtimalle çocuk sahibi olup, onun sorumluluğunu yüklenmek­ten de kaçınacaklardır. Evlerinden kaç­mış iki genç gibi paylarına düşen her ko­nuda elbirliği etmeye çalışacaklardır.
Maddî güçlükler, imkansızlıklar onla­ra yararlı bile olacaktır. Hele arkaların­da, bütün maddî probemlerini halleden bir aileleri olursa, olgunlaşmaları daha zor olacaktır. İmkansızlıklar, güçlükler onları birbirlerine daha çok bağlayıp ya­kınlaştıracaktır. Yaşadıkları tecrübe, güçlükler mücadele azimlerini arttıracak onları daha, bir gerçekçi, hoşgörülü, ol gun kişiler haline getirecektir.
Eşlerin kendi kişiliklerini koruması, hiçbir zaman tam bir olgunlaşamama belirtisi değildir.
Evlilik hayatında, hiç taviz vermeyen kişinin enerjisi, israf edilmiş bir enerji­dir. Çünkü, bu tutum, “ben”den “biz” kavramına geçişi geciktirir, ya da tama­men engeller.
Leia Mais

Sevgi ve Kıskançlık Gösterileri

Şimdiye kadar evlilikte aşkın önemini anlatmaya çalıştık. Şimdi de küçük ama önemli birkaç nokta üzerinde durmak is­tiyoruz.
Evlilik rayına oturduktan sonra, sevgi ifade eden davranışlarla aradaki bağı canlı tutmak gerekir. Aslında sevgi, aşk, tıpkı bir çiçek gibidir. Sürekli ba­kım, dikkat ister. İlk bakışta gereksiz gibi gelebilir, ama, aslında evlilik haya­tına renk veren eşler arasındaki uyumu pekiştiren bu sevgi, ilgi dolu davranış­lardır. Özellikle de kadınlar böyle şeyle­re çok önem verirler. Eşlerinin kendileri­ne olan sevgilerinden emin olsalar bile, nişanlılık günlerini hatırlatan bu sevgi ifadelerinden çok hoşlanırlar. Bir buket çiçek, başbaşa yenen bir akşam yemeği, anlamlı bir bakış onları mutlu etmeye yeter. Erkekler için ise durum biraz farklıdır. Evlilik rayına oturduktan son­ra erkek için genellikle işi birinci plana geçer. Nişanlılık döneminde işini ortak mutlulukları için bir araç olarak gören erkek genellikle, evlendikten ve evliliği belli bir düzene girdikten sonra kendini tatmin etmek varlığını ispatlamak için mesleğinde başarılı olmayı, yükselmeyi hedef edinir. Erkeğin iş hayatında başa­rılı olmaya çalışması, meslek sahibi ol­mayıp, ev kadınlığını tercih eden kadını olumsuz yönde etkiler. Kadın, kocasının işini kendisinden üstün tuttuğu fikrine kapılır. Ve belki farkında bile olmadan kocasının işine karşı düşmanlık besle­meye başlar. Hatta bu işin kendisine ra­hat bir hayat, birtakım isteklerini ger­çekleştirme imkanı sağladığını bile umursamaz.
İşini başka bir kadından da tehlikeli bir rakip olarak görür.
Böyle bir durumda, çoğu kadın, içten içten öfkelense de susar. Ancak, bazısı kocasının işinde başarısız olmasını iste­yecek kadar isyan eder. Hatta kimisi bu­nun için çalışır “bile. Tabibi bu çok istisnaî bir durumdur.
Rayına oturmuş evliliklerde yakınma konusu olan bir başka konu da suskun­luktur. Bir dönem gelir, eşler birbirleri­ne söyleyecek hiçbir şeyleri kalmamış gibi susarlar. Bazen, birleştirici, huzur dolu bir suskunluktur bu. Bazen de eşle­rin birbirinden uzaklaşıp ayrı dünyalar­da yaşadığı bir suskunluktur. Bu sonun­cu durumda konuşacak bir şeyler bul­malı suskunluğa son vermelidir. Seçile­cek konuya çok dikkat etmek gerekir. Zira, sırf konuşmuş olmak, için konuş­mak, bazen diğerinin hoşlanmadığı bir konuyu açtırır insana.
Böyle zamanlarda, güzel bir anıyı tazelemek, akıl danışmak, konuşmaktan hoşlandığı bir konuyu açmak şu tatsız sessizliği bozmaya, havayı yumuşatma­ya yeter.
Durup dururken, aşırı biçimde kibar­laşmanız, alışılmamış, biçimde, o güne kadar hiç davranmadığınız gibi kibar davranmanız da eşinizi kuşkuya düşüre­bilir. “Birini bırakmak istediğinizi an­latmak istiyorsanız, ona kibar davran­manız yeter” diye bir söz vardır, unut­mayın.
Eşler birbirlerinin özgürlüklerine say­gı duymalıdır. Kadın ve erkek bütünle­şerek “biz” olduğunda “benler” ortadan kalkmaz. Kocasının mektubunu açan bir kadın kocasının, karısının mektubunu kendisinden habersiz okuyan bir erkek, de karısının özgürlüğünü kısıtlamış, en tabiî haklarına tecavüz etmiş demektir.
Kimi zaman eşler birbirlerinden gizli hiçbir şeyleri olmadığını söylerler. Her yaptıklarını birbirlerine anlatırlar, mek­tuplarını okurlar. Ancak, bu, her zaman da gerçek anlamda tam bir anlaşma de­mek değildir. Aksine karşılıklı bir gü­vensizlik bile sözkonusu olabilir.
Evlenmeden önce gerek kadın gerekse erkeğin belli bir çevreleri, arkadaşları vardır. Evlendikten sonra bunlardan tamamiyle kopmaları beklenemez. Erkek de kadın da arkadaşlarıyla sohbet et­mek, yemek yemek isteyebilir. Bu istek­lere herkesin saygı göstermesi gerekir.
Evliliğin ilk zamanlarında eşler sürek­li bir arada olurlar. Sonraları bu sürekli arkadaşlık beraberlik ağır gelmeye baş­lar. Eşlerden biri yalnız kalmak istedi­ğinde diğeri aralarındaki bağın koptuğu sevilmediği hissine kapılır. Oysa hu, yal­nız kalma, kendini dinleme ihtiyacından başka bir şey değildir. Bu yüzden evlili­ğin ilk aylarından itibaren, hatta daha balayında çiftler, birbirlerine, kisa bir süre için de olsa yalnız kalma fırsatı ver­melidirler.
Bazı eşler, çoğunlukla da kadınlar sus­kunluğu da kendilerine bir rakip olarak görürler. Suskunluk anlarında eşlerinin kendilerini düşünmediğini bilirler ve kendilerini aldatılmış hissederler. Bu tür duygular içindeki kimi kadınlar eşle­rini bir an bile yalnız bırakmak istemez­ler. Gündüz sürekli iş yerinden telefonla ararlar. Bu davranışlarını da, eşlerini çok sevdikleri, ondan ayrı kalamadıkla­rı, sürekli yanında olmak istedikleri ge­rekçesiyle mazur göstermeye çalışırlar. Aslında, çoğu zaman gerçek sebep kıs­kançlıktır. Bu tür davranışlarım sınır­landırmasında yarar vardır. Arada bir kocaşının iş yerine gidebilir. Ancak, bu ziyaretleri çok kısa sürmeli, gerekli ol­duğunda yapılmalıdır.
Kıskançlık, duyguların en gereksizi­dir. Aslmda kıskançlık da bütün diğer duygular gibi insana özgü bir duygudur. Son derece tabiîdir. Ancak, aşırıya kaç­tığında tatsız, itici rahatsız edici olur. Kıskançlığı hepimiz tanırız. Yalnızca sevgi olayına ait bir duygu olmadığım da biliriz. Bu, özel bir ilgi duyduğumuz kişinin başkalarına veya başka şeylere bize duyduğundan daha fazla ilgi duy­duğunu gördüğümüzde hissettiğimiz ra­hatsızlık duygusudur. Sevdiğimiz, hoş­landığımız biri yakın bir arkadaşından bahsettiğinde, tanımasak da kişiyi kıskanırız. Kıskançlık bu sınırlar içinde kaldığında son derece tabiîdir. Hatta psikologlar dozunda bir kıskançlığın, evliliğin tuzu biberi olduğunu söylüyorlar. Ve eşlere, hissetmeseler bile biraz kıskançlık göstermelerini tavsiye edi­yorlar. Ancak, kıskançlıkta dozu iyi ayarlamak gerekir. Zira, sebepsiz, yer­siz, zamansız bir kıskançlık gösterisi, her şeyi bozabilir. Eşini sebepsiz yere ve aşın biçimde kıskanan kişi bir uzmana görünmelidir. Kıskançlık bu kişide sabit fikir haline gelmiş olabilir. Bundan tek basma kurtulması pek kolay değildir. Bu tür kıskançlığın çeşitli sebepleri var­dır. Çılgınca aşık olma dediğimiz du­rumlarda kadın veya erkek bu duygu­dan kurtulana kadar eşlerini sebepli se­bepsiz kıskanacaklardır. Ancak, bu du­rum, o kişinin duygularının normal bir sevgi haline dönüşmesini de zorlaştıra­caktır.
Kıskanç kişi mantığıyla kendini kont­rol edebiliyorsa, iyi niyet ve sabırla bu duygudan zamanla kurtulabilir. Söz ge-limi, eşiyle konuşup onun yardımım is­teyebilir. Ancak, diğeri de anlayış gös­termeli, durumu dramatize etmeden, zayıflığım kabul eden eşine yardımcı ol­malıdır.
Çoğu zaman da kıskançlık, başka duy­guların kamufle edilmesi şeklinde karşı­mıza çıkar. Bu duygular içindeki kadın veya erkek, kıskançlığım bir silah olarak kullanarak, eşini hoşlandığı kişilerden, ayırır. Eşinin kendisini ispat etmesini varlık göstermesini engeller. Toplum içinde küçük bile düşürür. İşler bu rad­deye geldiğinde geri dönüş oldukça zor­dur.
Leia Mais

Karı-Koca Arasında Tartışma

Tartışmayı bilmek
Psikologlar, evlilik hayatında tartış­maların gerekli olduğu fikrinde birleşi­yorlar. Gerçekte de, tartışmalar evlilikte adeta emniyet subahı görevi yapar. Eş­lerde biriken ufak tefek öfkeler, bu şekil­de patlamalarla dışarı atılır. Ancak bu çok sık olmamalıdır. Şiddetli kavgaya ihtiyaç duyan çiftler de vardır. Bunların fazla kırıcı olmamasına dikkat etmeli­dir. Böyle çiftler, kavgalarda kırıp dök­mek, öfkelerini dağıtmak üzere değersiz eşyalar bile alırlar.
Bazıları bütün bunları gözönüne ala­rak, bir tartışma tekniği bir tartışma sanatı olduğundan süz edilir. Ne var ki, kavganın, tartışmanın gerçekten emniyet subabı görevini yapması için tabiî, kendiliğinden olması gerekir.
Ilımlı karakterdeki bir çiftte ilk kavga beklenmedik bir anda patlak verir. Bu ilk münakaşa her ikisini de büyük sıkın­tıya düşürür. Birbirlerine bu kadar çok öfke beslediklerini ummadıklarından hayal kırıklığına uğrar, kendilerini fela­kete düşmüş gibi hissederler.
Birbirleriyle yarış içinde olan, hare­ketli, canlı tipler ise, bu tür münakaşala­rı nişanlılık döneminde de yapmışlardır. Ancak bir farkla ki, o zamanlar evlen­diklerinde bütün problemlerin kendili­ğinden hallolacağına inanmışlardır.
İlk tartışmayı fazla büyütmek de, hiç önemsememek de tehlikelidir. Genellikle iki yanlış birlikte yapılır. Yani hem küçümsenir, hem de büyütülür.
Bir kere aşırı bir anlaşmazlık belirtisi olarak görülür, ancak sebebi araştırıl­maz. Ve de herhangi bir ders alınmaz. Çoğunlukla da, sinirlerin gevşeyip kor­kuların geçip ortalığın yatışması, normale dönmesi için iş zamana bıra­kılır. Bu süre de çoğu zaman 24 saati geçmez. Bu takdirde münakaşayı, ufak tefek olaylar neticesinde biriken, öfke ve kırgınlıkların doğurduğu bir patlama “ben”in ani intikamı olarak nitelendir­mek gerekir. Ayrıca tartışmaya yolaçar.
sebepler ve tartışmanın yarattığı tepki­ler üzerinde de dikkatle durulması gere­kir.
Bazı şeyleri görmezden gelmek çok tehlikelidir. Daha önceden belirttiğimiz gibi evliliği bir son olarak görmek de büyük yanılgıdır. Uzun bir nişanlılık dö­neminin ardından bile gelmiş olsa, evli­lik her zaman bir başlangıçtır. Evlilikte tartışmalar gerekli ve kaçınılmazdır da. Önemli olan, bunlardan ders almayı bilmektir.
Genellikle, birkaç tartışmadan sonra eşler bunlardan gereken dersi çıkarmaya başlarlar. Gerçekten de ilk zamanlarda­ki tartışmalar pek de makul değildir. İlk zamanlar, eşler tartışma sırasında kullandıkları kelimelerde, birbirlerine yönelttikleri suçlamalarda aşırıya ka­çarlar. Çoğu zaman ne söylediklerini bile bilmezler. Resmen ağızlarından çıkanı kulakları duymaz. Giderek tartışmalar daha bir akla yakın olmaya başlar. Se­bepler daha ağır olsa bile sözler, davra­nışlar daha kontrollüdür. Zira, eşler ar­tık birbirlerinin zayıf, duyarlı yönlerini anlamışlardır. Suçlamalarında daha et­kili ama daha dikkatlidirler. Olaya açık­lık getirmeye çalışırlar.
Münakaşalar yavaş yavaş seyrekleşiyor ve şiddetleri de azalıyorsa, şüphesiz bu iyiye işarettir. Ancak, kavgalar seyrekleşiyor ama şiddetleri artıyorsa bir şeyler yapmanın zamanı gelmiş demek­tir. Zira, bu durumda eşler çatışmadan çekinmekte ve birtakım duygularını, is­teklerini bastırmaya çalışıyorlar demek­tir. Öfkeler birikmekte, şiddetle patlaya­cakları anı beklemektedir. Ancak arala­rında bir anlaşma kaçınılmazlığını kabul etmeli ve bir­takım küçük öfkelerin, birikimlerin pat­laması olarak görmelidirler. Ancak, tar­tışmadan hemen sonra, söylenmiş bütün kötü sözleri unutup, mümkün olduğu kadar çabuk barışma yoluna gitmelidir­ler. Bunu, içlerinde gizledikleri birtakım gerçeklerin su yüzüne çıkması olarak de­ğil de, olağanüstü bir durum olarak gör­meli, kırıcı kelimeleri bir daha tekrarla­mamaya çalışmalıdırlar. En önemlisi de, münakaşalarda insanın gerçek kişiliğini, gerçek duygularını ortaya çıkardığını düşünmemelidirler. Bir insanın gerçek kişiliğinin ne zaman ortaya çıktığını söylemek çok zordur. Bazı kişiler her za­man, oldukları gibi görünürler. Bazıları da hiçbir zaman gerçek yüzlerini göster­mezler. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, bir öfke krizi bir insanın iç dünyası­nın yalnızca bir bölümünü ortaya çıka­rır.
Leia Mais

Kadın Olmanın Şartları

Kadın olma gereği
Bir evliliğin başarısı, mutluluğu er­kekten çok kadının davranışlarına bağlı­dır. Erkek, evlilik hayatına genellikle kolay uyum sağlar. Zira, erkek evlilikte huzur arar. Vasat erkek tipi, evlendik­ten sonra daha çok mesleğinde, işinde ilerlemek, yükselmek ister.
Kadının daha geniş bir hayal gücü vardır. Eleştirici duyguları da çok geliş­miştir. Hayatın tek düzeliğim daha çok hisseder. Sadece ev kadını olan, dışarıda bir işi, mesleği olmayan kadının hayatı daha bir tek düzedir. Ev kadınlığı kadı­nın önünde öyle geniş ufuklar açmaz. Erkeğin bir mesleği vardır. Mesleğinde başarılı olmak, bir yere gelmek için çaba harcar. Bu da hayatını renklendirir. Ev kadını ise böyle bir imkândan yoksun­dur. Bu durumda eşinin işini kıskanma­sı da tabii sayılabilir. Zira, eşi kendisi­nin yapamadığım yapabilmektedir. Meslek sahibi kadın, bu noktada avan­tajlıdır. Mesleğinde tatmin olma imkânı olduğundan kocasından pek fazla şey beklemez. Daha az eleştirici olur. Koca­sını daha iyi anlar, daha bir sorumluluk duygusuyla davranır.
Şimdi de çalışan kadın üzerinde dura­lım. Ancak, önce kendi isteğiyle çalışan­la, ekonomik sebeplerden dolayı çalış­mak zorunda olan kadınlar arasında bir ayırım yapalım. Zira, kadın istemeye­rek, sırf aile bütçesine katkıda bulun­mak için çalışıyorsa, işi kendisi için bir avantaj bir doyum vesilesi olmaktan çı­kabilir.
Çoğu zaman, evlenmeden önce, ailesi­nin bütçesine katkıda bulunmak için ça­lışan kadın, evlendikten sonra da çalış­maya devam eder. Genellikle problem daha işin başında çözümlenmiş olmv Ka­dının da katkıda bulunması halinde aile bütçesinin genişleyeceği, ekonomik du­rumun düzeleceği ortadadır. Ancak, ka­dın işini sevmiyorsa, daha fazla gelirin kendisine getireceği avantajları bir ke­nara iterek ev kadını olmayı tercih ede çektir.
Çalışan kadınların çoğu ekonomik bir biçimde Heyecanlandırma duygusundan öğüs gerebilme kabiliyeti, hep bu” şimdiyi düşünme belki de erkeğin bütünleşmesindeki en büyük etkendir. Bir ailede eşlerin her ikisi de çalışıyorsa, günlük hayatın gereklerim de birlikte yerine getirmeleri gerekir. Bu durum­dan ötürü, ne erkek kendisini küçük gör­meli, ne de kadın görevlerimi tam olarak yerine getiremiyorum diye üzülmelidir. Bir de, varolmaktan, yaşama sevin­cinden doğan, mutluluğun getirdiği olumlu alışkanlıklar vardır. Bu olumlu ll kadın yaratır. Anne­lik içgüdüsüyle kadın farkında olmadan etrafında sıcak ve güvenli bir atmosfer yaratır.
Arada meslekî rekabetler .yoksa çalı­şan kadının kocasının isme jiüşmanlık duyması, başarısını kıskanması çok zor­dur. Aksine, çalışan kadın eşinin, işinde karşılaşabileceği zorluklan, işinin gerek­lerini daha iyi anlar. Ancak, bu durum­da, eşler için bir tehlike gizli olabilir. Bir noktadan sonra eşler birbirlerini kan ko­cadan ziyade arkadaş olarak görebilir­ler. “Biz” yerine birbirleriyle iyi anlaşan iki ayrı “ben” yaratabilirler. Bazüan bunda bir kötülük olmadığını, çiftlerin için çalıştıklarım söylerler. Bu noktadan yola fikiMigiTiHn, eşler arasında bir re­kb dlk dğbili Ak bi
ekonomik bflkimriftp özgür olma isteği­nin gfol» de olsa bir düşmanlık hissine sebep olabileceğine inanmıyoruz. An­cak, karı-koca bir büro, bir fabrika, bir acente ya da herhangi bir iş yerini birlik­te yönettikleri takdirde, aralarında gizli bir rekabet doğabilir. Bu durumda, en doğru yol, eşler arasında iş bölümü yap­maktır. Ya da daha işin başında ikisin­den birine daha fazla yetki verilmelidir.
Bugün, ideal kadın konusunda, uz­manlar arasında bile büyük fikir ayrılık­ları vardır. Günümüz İcabım, geçmiş çağların, hatta geçen yüzyılın kadınından bile çok farkhdır. Bu yüzden kadını geçmiş çağlardaki haliyle değil, bugünkü haliyle ele almak gerekir.
Kadın psikolojisi üzerine yapılan de­rin araştırmalar çok önemli bir gerçeği ortaya çıkarmıştır! Kadın, içinde bulun­duğu an için yaşamaktadır. Bu davranı­şın kökeninde de annelik duygusu yeral-maktadır. Anne için en önemli şey o andaki hayatıdır. Kadına zarar verebilecek her şeyi reddeder Gelecekte faydalı olabilecek şeyleri bile o anda onu üzecek diye istemez. Söz­gelimi, birçok anne, çocuğuna aşı, iğne yaptırırken adeta zorlanır. Erkek ise, ge­lecek için yaşamaktadır. Baba, çocuğu­nun o nndffi” halinden çok, geleceği için endişelenir. Bu yüzden de hastalıklarına annesi kadar çok önem yermez. Çocuk ancak, muhakeme edebilmeye, birtakım şeyleri kavramaya başladığı zaman onunla ilgilenmeye başlar. Çünkü ancak o zaman çocuğunu yarının büyüğü ola­rak görebilir. Kadının ani olaylara kararlı bir biçimde Heyecanlanma duygusundan göğüs gerebilme kabiliyeti vardır. Bir ailede eşlerin her ikisi de çalışıyorsa, günlük hayatın gereklerim de birlikte yerine getirmeleri gerekir. Bu durum­dan ötürü, ne erkek kendisini küçük gör­meli, ne de kadın görevlerimi tam olarak yerine getiremiyorum diye üzülmelidir. Bir de, varolmaktan, yaşama sevin­cinden doğan, mutluluğun getirdiği olumlu alışkanlıklar vardır. Bu olumluluğu kadın yaratır. Bugünü olumlu «hakanlıklar yaratamaz. Anne­lik içgüdüsüyle kadın farkında olmadan etrafında sıcak ve güvenli bir atmosfer yaratır.
Arada meslekî rekabetler .yoksa çalı­şan kadının kocasının isme jiüşmanlık duyması, başarısını kıskanması çok zor­dur. Aksine, çalışan kadın eşinin, işinde karşılaşabileceği zorluklan, işinin gerek­lerini daha iyi anlar. Ancak, bu durum­da, eşler için bir tehlike gizli olabilir. Bir noktadan sonra eşler birbirlerini kan ko­cadan ziyade arkadaş olarak görebilir­ler. “Biz” yerine birbirleriyle iyi anlaşan iki ayrı “ben” yaratabilirler.
Arkadaşlık ilişkisinin kalıcı olması pek en­der rastlanan bir durumdur. Evlilikte eşlerin yalnızca arkadaş olması yeterli değildir. Evlilikte erkek ve kadın birbir­lerini tamamlamalıdırlar. Ancak sadece arkadaşlık ilişkisiyle evlilikte gerekli bir bütünleşme sağlanamaz. Eşler, farkında bile olmadan susarlar. Bu da yüzeysel bir anlaşma gnriintirpti sağlar. Arkadaş ilişkisi ağır basar çiftler genellikle iki ayn hayat yaşarlar. Birbirlerinden ayrı çevrelere girerler, ayn arkadaşlar edinir­ler, öyle bir an gelir ki, birbirlerinden çok uzaklaşmış, adeta yabana gibi his­sederler.
Anne babanın birbirleriyle sadece iki arkadaş gibi olmasını çocuklar kayıtsız­lıkla karşılayacaklardır.
Evinde, rahat, huzurlu bir ortam yara­tamayan kadın, elinde bunu yapacak im­kânları varsa, eksik bir kadındır. Tam kadın olmak, evi ayna gibi pırıl pırıl yap­mak demek değildir. Aksine, her şeyin fazla düzenli olması da bir yerde huzur­suzluk rahatsızlık yaratabilir. Kadın, et­rafına huzur ve güven vermelidir. Koca­sı ve çocukları eve gelmiş olmaktan dolayı mutluluk duymalıdır. Bu bir yerde geleceğin temelidir. Zira, çocukluklarını rahat, güvenli ortamlarda geçiren insan­lar hayatın zorlukları karşısında müca­dele edecek gücü bulurlar. Ancak, kadın evin içinde rahat ve huzurlu bir ortam yaratırken kendi ihtiyaçlarım da unut­mamalıdır. Evde huzur, birtakım feda­kârlıklarla sağlanmamalıdır. Bizi yapar­ken “ben” tamamen yok olmamalı, bo­yunduruk altına girmemelidir. Çoğu za­man, kadın, aile bütçesine katkıda bu­lunmak düşüncesiyle bir takım fedakâr­lıklar yapar. Kendi ihtiyaçlarını ihmal eder. Birkaç yıl sonra evliliği boyunca bir köle hayatı yaşadığım düşünmeye başlar. Bunun sorumlusu olarak da kocasını görür, sa, bu durumunun tek sorumlusu kendi­sidir. Psikologlar bu konuyla ilgili ola­rak hayli ilgi çekici gözlemlerde bulun­muşlardır. Söz gelimi, kadınların kendi­lerini tamamen ev işlerine vermelerinin, kocalarına karşı besledikleri düşmanlık veya rekabet hissinden kaynaklandığım iddia etmektedirler. Sonunda kadın, bu hale gelmesinin bütün sorumluluğunu kocasına yükleyerek öfkesini haklı çı­karmaya çalışmaktadır. Gerçekten de, yıllarca her şeye boyun eğip, her türlü sıkıntıya katlanıp, bir gün yaptığı feda­karlıkları kocasının yüzüne vuran kadın hiç de az değildir. Her ev kadının bir meşgalesi, sevdiği, zevkle yaptığı bir faaliyeti olmalıdır. Boş zamanlarında kitap okuyabilir, mü­zik dinleyebilir, resim, seramik yapıp, fotoğraf çekebilir. Ya da sanat tarihi, çi­çek bakımı, örgü, nakış gibi konularla il­gilenebilir.
Ev kadının kocasının başarısına ihti­yacı vardır. Üçüncü şahısların yanında kocasının meziyetlerini övse bile, yalnız­ken, işinde girişimlerde bulunmamakla, işverenlerine veya müşterilerine kendisi­ni yeterince kanıtlayamamakla, işinde ilerleyememek vb. suçlar. Kadının bu şe­kilde davranması normaldir. Karısının bu şekilde davranması, erkek için sıkıcı olsa bile, olumlu bir davranıştır. Zira, onu başardı olmaya teşvik eder. Ancak kimi zaman, kadın daha başka sebeplerin de etkisiyle, yaşadığı hayat­tan memnun olmadığı için de böyle dav­ranabilir.
Kendi hayal kırıklıklarının sorumlusu olarak kocasını görmekte ve onun haya­tını zorlaştırmak istemektedir.
Ancak kadının tek düze kötü bir hayat yaşamasının sorumlusu her zaman er­kek değildir. Kendine uğraşlar edinme­yen, kişiliğini korumayı bilmeyen, tek görevinin evini düzenli tutmak olduğu­nu düşünen bir kadın kendisine imkân tanımadığı için kocasını suçlamakta haksızdır.
Günümüzde, kanunî olarak kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Kadın ve erkek ka­nunlar önünde aynı haklara sahiptir. Ka­dın da erkeğin yararlandığı eğitim im­kânlarından yararlanabilmekte, erkekle aynı kültürü alabilmektedir.
Her alanda kendisini göstermesi, ba­şarılı olabilmesi için, hemen de hiçbir ka­nunî engelyoktur .Ne var ki,uygulamada yerleşmiş inançlar, gelenek ve görenek­ler azalarak da olsa etkilerini sürdür­mektedir.
Leia Mais
http://genelsaglikbilgilerimiz.blogspot.com/